İsveç Merkez Bankası ve ABD-İngiliz fon şirketlerinin ortaklaşa verdiği ödül - siz ona Ekonomi Nobel’i diyorsunuz-, Daron Acemoğlu’na verildi.

Beyefendinin, “gelişmenin ve geri kalmışlığın sebeplerini açıklayan, daha önce görülmemiş muhteşem tezleri” varmış. Ödül komitesinin gerekçesi bu.

Acemoğlu’nun Nobel alması bir sürpriz değil. Uzunca bir süredir Batı akademisi tarafından bu iş için hazırlanıyordu. Kitapları en önemli vitrinleri süslüyor, dünyayı yöneten seçkinlere özel konferanslar veriyor, en önemli gazeteler kendisi ile boy boy röportajlar yapıyor… Ama en önemlisi, çalışmaları bugüne dek yüz binlerce atıf almış.

“Bir Türk Nobel kazandı.” diye şuursuzca alkışlayanları bir yana bırakıp işin aslına bakalım.

Birincisi, Acemoğlu’nun tezine “Daha önce görülmemiş.” demek gerçeği yansıtmıyor. Pek çok Marksist iktisatçının kıyısından köşesinden yazdığı, Paul Baran’ın ise açık açık ortaya koyduğu "gelişme kuramı"nın tersinden okunmasından başka bir şey değil.

Açalım…

Acemoğlu, bazı ülkelerin gelişmiş, bazılarının ise geri kalmış olmasını “kurumlar” üzerinden açıklıyor. “Yoksul halklar geri kalmıştır çünkü Batılıların sahip olduğu kurumları geliştirememişlerdir.” diyor. “Kurumlar” dediği, Batı tipi demokrasiyi oluşturan sistemin parçaları.

Paul Baran da bu kurumsallaşma farkını, kurumsallaşmanın ekonomiye etkisini tespit ediyor. Hem de Acemoğlu’ndan 60 yıl önce. Aralarındaki fark ise Acemoğlu’nun bunu bir sebep, Baran’ın ise bir sonuç olarak görmesi.

Daron Bey’e göre geri kalmışlığın ve yoksulluğun sebebi gelişkin siyasi kurumlara sahip olmamaktır. Baran ise “Bu ülkelerin gelişkin siyasi kurumları yok çünkü yoksullar.” demekte ve yoksulluğun sebebi olarak da Batılıların bu ülkeleri sömürmesini göstermektedir. Yani Baran’ın belirleyici faktör olarak kabul ettiği sömürgeciliği ve emperyalizmi, Acemoğlu görmezden gelmektedir.

Nobel’in, söz konusu iktisadi ilişkiyi 60 yıl önce bulmuş olan Baran’a değil de bugün Acemoğlu’na verilmesinin sebebi de budur. Acemoğlu, tam da Batı’nın duymak istediğini söylemektedir: “Onlar yoksullar çünkü yeterince Batılı değiller. Gelişmelerinin ise tek yolu var: Batılılaşmak. Sadece ekonomik kurumlar anlamında değil, siyasi sistem ve değerler anlamında da hukuk anlamında da Batı’nın birer kopyası olmak.”

Acemoğlu’nun âdeta bir altın çocuk gibi pazarlanması hem politik hem de ideolojik bir manevra. Sayılarla arası iyi olmayan bazı sosyal bilimciler, onun ilişki analizlerine hayranlık duyabilirler.  Ancak “istatistiğin iyi bir yalan söyleme aracı” olduğunu bilenler açısından yüz binlerce atıf ve bu kadar reklam, bir dehadan ziyade şüpheli bir ilişkiler zincirine işaret ediyor.

Acemoğlu’nun ödülü politik bir manevra. Çünkü tam da Batılı değerler sisteminin çöktüğü, Batı'nın demokratik kurumlarının güven yitirdiği bir dönemde geliyor. Batı, kendi sistemini dünyaya eski rahatlıkla satamazken, küresel Güney Batı hegemonyasına başkaldırırken, Çin küresel kapitalizmin bileğini bükerken… Acemoğlu’nun tezi inatla ve ısrarla “Batı’nın değerleri iyidir, Batılı kurumlar olmadan ülkenizde ot bitmez.” diyor. Daha beteri, Acemoğlu’nun ödülü Gazze soykırımının yanı başında, katilleri değil de Filistinlileri suçlamamızı öğütlüyor -tabii ki “bilimsel” yollarla!

Acemoğlu’ndaki ideolojik rezerv ise emperyalizmin gelecek dönemdeki yönelimi ile ilgilidir. Foucault’yu anımsayın. Batı düşüncesinin bir anda parlayan bu ismine 60’lı-70’li yıllar boyunca milyonlarca atıf almış, tüm sosyal bilim kürsüleri onun tezlerini okutmaya başlamıştı. Foucoult’nun çıkışı “düzene muhalif ama düzeni yıkmak istemeyen bir genç aydınlar kuşağı” yarattı, soğuk savaşta kapitalizmin işine yaradı. Foucault’nun ortaya attığı “beden politikası” kavramı, yeni kapitalizmin kurucu ideolojisi oldu ve bugünkü toplumsal cinsiyet ideolojilerinin temelini oluşturdu.

Aynı şekilde, Acemoğlu’nun tezleri de küresel kapitalizmin yeniden doğuşu için bir tür kurucu ideoloji hâline getirilecek. Kıblesi ABD olan akademimizi takip edin, göreceksiniz.