Barcelona’da devrimci arkadaşlar ile buluştuğumuz salaş mekânın adı Beirut idi. Stockholm’ün kalburüstü mekânı Saluhall’deki Beirut lokantası ise daha çok gazeteci-yazar takımının gözde adresiydi. Köln’de bir Beirut Cafe’ye gittiğimi hatırlıyorum. Paris’te adında Beyrut geçen bir dolu kafe-lokanta var. Henüz görmek nasip olmadı ama en son Düsseldorf’un popüler lokantaları arasına da LiBeirut diye bir yer katılmış. Öğrenciliğimizde İstanbul’da da Beyrut adında bir mekân vardı. Kapandıktan bir süre sonra Eski Beyrut diye bir yer açılmış, o da bizden bir sonraki kuşak arasında hayli ünlenmişti.
Bunlar sadece birkaç örnek, dünyanın neredeyse her büyük kentinde ismi Beyrut olan bir mekân var. Şüphesiz bunun ilk sebebi Beyrutlu göçmenlerdir. Ama buralar, sadece Lübnanlıların değil her milletten insanın uğrak yeridir. Çünkü Beyrut, bir kez onu gören herkesi derinden etkiler. Bir kez Beyrut’ta olup da onu özlemeyecek bir insan bulmak zordur.
Peki ya görmeyenler? Beyrut’u görmeye gerek yok, bir kez olsun Feyruz’un sesini duymak, bir kez Beyrut yemeklerinden tatmak Beyrut’u sevmeye yeter. Ya da bir defacık Elias Khoury’nin, Etel Adnan’ın, Mahmud Derviş’in Beyrut’unu okumak…
Beyrut’a, Doğu’nun Paris’i derler. Oysa iki şehri de tarafsız bir gözle görebilen biri için tersi geçerlidir. Bir güzellik çıtası konulacaksa eğer, bu Paris değil Beyrut olmalıdır. Yani Paris’e “Batı’nın Beyrut’u” demek daha yerindedir.
Bir şehri güzel yapan nedir? Kültürel çeşitliliği mi, coğrafyası mı, doğal güzelliği mi, iklimi mi, tarihi mi yoksa manevi derinliği mi? Bunların hemen hepsinde Beyrut, Paris’in önündedir. Bir tek eğlence hayatında Paris’in gerisinde kalır. O da tabiidir çünkü Paris bu bakımdan dünyadaki pek çok kentin önündedir. Ama şunu da eklemek lazım: Beyrut, küçüklüğüne ve mütevazılığına rağmen Avrupa’nın pek çok kentini aratmayacak bir eğlence ve sanat ortamına sahiptir.
Beyrut, 2009’da New York Times tarafından “gidilecek ilk şehir” seçildi. Aynı yıl Lonely Planet’in “dünyanın en canlı 10 kenti” listesine girdi. 2016’da Yahoo tarafından “yeme içme için en iyi şehir” olarak gösterildi. Seyahat dergisi Travel & Leisure, dünyanın en iyi 15 şehri arasında Beyrut’u da saydı.
2019’da ise dünyanın en önemli turizm reyting kuruluşu World Tourists’in seçtiği “yılın mutlaka ziyaret edilmesi gereken şehri” Beyrut’tu. Beyrut için tıpkı 1960-75 arasında olduğu gibi parlak bir dönemdi. Ama ardından tüm dünyaya pandemi geldi. Beyrut’a ise hem pandemi hem de daha beteri: Büyük liman patlaması. Siyonistlerin elinden çıktığı belli olan terör saldırısı, şehrin kalbinde onarılması güç bir delik açtı. Ardından bitmek bilmeyen siyasi istikrarsızlık ve şimdi üstüne bir de İsrail’in bombaları…
Ama Beyrut, azıcık nefes alma fırsatı bulursa çok hızlı biçimde toparlanacaktır, şüpheniz olmasın. Lübnan, 1975-90 arasında tam 10 yıl korkunç bir iç savaşın arenası olmuştu. Beyrut’ta, deyim yerindeyse taş taş üstünde kalmadı. Ama şehrin küllerinden yeniden doğması, sadece birkaç yıl aldı. Şimdi yeniden, Beyrut’un en güzel hâli ile ayağa kalkması, “bir daha yaşanmasın diye” insanların sımsıkı birbirine sarılması… Neden olmasın?
Güzel şehirlerin kaderi güzel kadınlara benzer. Sahiplerinden daha çok, yabancılar tarafından sevilirler… Bir de onları kaybedenler tarafından.
Ah Beyrut! Ne kadar güzeldin. Ve şimdi yaralıyken bile hâlâ ne kadar güzelsin.
Tüm güzellerin, tüm kırgınların buluştuğu Doğu’nun umut vahası…
Zeytin ve üzüm dolu tepelerden denize kavuşan yollar… Ta İskenderiye’den, Hanya’dan, Toroslar’dan kalkıp hatır sormaya gelen kuşlar… Itır kokusu Akdeniz’in… Gırnata ve keman sesleri gecede… Bir de en güneyden, işgal edilmiş Filistin’den gökyüzüne serpilen umut…
Ah Beyrut…