Sevgi üzerine farklı yaklaşımlar var. En çok alıcı bulanı, sevginin sonsuz ve sınırsız olduğu yönündeki görüş. Sevgiyi, salt bir yaklaşım biçimi veya kişinin içinde dönüp duran bir duygu olarak ele alırsak bu bakış -bir ihtimal- doğru olabilir. Ancak modern filozoflar sevgiyi, bir duygudan ziyade bir eylem olarak tanımlamaktan yana. Çünkü herhangi bir duygu sadece eyleme dönüştüğünde, kuvveden fiile geçtiğinde varlık kazanıyor.
İster duygu ister eylem olsun, sevginin sınırlı bir olgu olduğunu kestirmek güç değil. Sevgi, şayet insan ruhu ve beyninin bir ürünü ise insanın yaratıcı kapasitesi ile sınırlı demektir. Yok, daha fazlası ise yani bir de eyleme dökülmesi, gösterilmesi gerekiyorsa o zaman çok daha küçük bir potansiyel üzerine inşa edilmek zorunda kalır. İnsanın ne ruhu ne bedeni ne ömrü ne de maddi koşulları sınırsız olmadığına göre, sevginin de sonsuz olması imkânsızdır.
Önce Narin’e reva görülen zulümle ile yıkıldık sonra Malkara’dan Sıla bebeğe yapılan alçaklığın haberi geldi. Her iki olayda da aileler işin içinde. Yani bu çocukları en çok sevmesi gereken insanlar...
Sorumluluk duygusunu, utancı, vicdanı hepsini bir yana bırakıyorum… Salt sevgiden söz ediyorum. Bu insanların cezadan korkuları yok, sorumluluk duyguları yok, vicdanları körleşmiş… Tamam, anladık. Peki, kendi evlatlarına verecek azıcık sevgileri de mi kalmamış?
Evet kalmamış.
Peki, sevgi sınırlı bir varlık olduğuna göre… Yüreklerindeki sevgi nereye gitmiş de bu çocukları sevgisizlik çölüne mahkûm edebilmişler? Yani diyorum ki acaba neyi kendi evlatlarından daha çok sevmişler? Acaba sevgilerini, kendi evlatlarına bir kırıntı kalmayacak kadar verdikleri şey ne?
Bunun birden çok yanıtı var ve hepsi gözümüzün önünde çırılçıplak duruyor. Türkiye toplumu artık en çok parayı, mülkü, gücü seviyor. Sonra kendi ikbalini ve zevklerini seviyor. Sonra o gücü kendisine verebilecek güçlü adamları, karanlık ağaları, beyleri, hanımları, zenginleri seviyor. Sonra o güce erişemediği için acısını hafifletecek uyuşturucuları, beynini süngere çevirecek görüntüleri, oyunları, dümenleri seviyor….
Bunca yere dağıtınca da çocuklara, bebeklere, mazlumlara, zayıflara sevgi kalmıyor.
HANGİ ANNELİK?
Sevgiyi aktif bir eylem olarak tanımlıyor Filozof Erich Fromm. Bizim kuşağımız onun Sevme Sanatı kitabını iyi bilir.
Fromm, sevgi türlerini tasnif ederken anne sevgisine özel bir önem verir. Fromm’a göre dünya üzerindeki her sevgi, bir tür duygusal (bazen de maddesel) alışverişe denk düşer. Bunun tek istisnası, anne ile çocuk arasındaki bağdır. Doğal hâli ile karşılıksız var olabilen tek sevgi anne sevgisidir. Şöyle yazar Fromm: “Anne sevgisi mutluluktur, huzurdur, kazanılması gerekmez, hak edilmesi gerekmez. Eğer varsa bir lütuf gibidir; eğer yoksa sanki hayatın tüm güzelliği gitmiş gibidir.”
Şu son olayların her ikisinde de anne işin içinde. Anneler, çocuğa yapılan zulmün iş birlikçisi hatta faili. Çok şaşırıyoruz, “Olur mu böyle şey?” diyoruz ama bu tip olaylarda hep böyle oluyor. Suç istatistikleri, dosyalar ortada. Kız çocuklarına yönelik aile içi cinsel şiddet ve diğer suçlarda, anneler büyük oranda suçu gizliyor veya suça iştirak ediyor.
Yani annenin çocuğunu sevme garantisi yok…. Fromm’un sözünü ettiği olgu ise bizim “fıtrat” veya tabiat dediğimiz şey. Evet, anne fıtratı itibarı ile bebeğini sever, karşılıksız verir. Peki ya fıtratının dışında bir dünyada yaşıyorsa? Tabiatının dışında koşullara zorlanıyorsa? Demin söylediğim gibi: Herkes başka şeyleri severken o neden yavrusunu sevsinse?