Bu çağın hastalığı basiretsizlik, tutukluk, olaylara ve kendi yaşamına müdahale edememe. Özellikle orta sınıf, orta hâlli insan yaşam karşısında iradesiz bir kemik torbası gibi duruyor. “Kendi yaşamına sahip çık!”, “Kendi hedeflerine yürü!” veya daha basiti “Kendin ol!”; bu iddialı sloganlar, arkadaki irade yoksunluğunu ve zavallılığı gizliyor. Alkolizm, müşahhas bir hastalıktı. Şimdi hepimiz olaylar karşısında, insanlar karşısında 24 saat sarhoş gibi geziyoruz. Hepimiz, irade konusunda en iddialı olanlar bile bir noktada gözüne ışık tutulmuş tavşana dönüyoruz, paralize oluyoruz.

 Yaşamda ilkelerin, ideallerin çok önemli bir yeri var. Ya da hiç değilse öyle olduğunu iddia etmek, var olduklarını düşünmek bizi rahatlatıyor. Kırmızı çizgileri seviyoruz, şüphesiz her insanın bazı kırmızı çizgileri var. Ama ne o çizgilere ne de sizi o çizgilerden uzak tutan emniyet kemerlerine çok da güvenmemek gerekiyor. Çünkü kendi ellerimizle yarattığımız “maddi zevkler dünyası” bize güçten ziyade zayıflık, asaletten ziyade sefillik hediye ediyor.

Akıp giden olaylar karşısında hep pozitif kalmak zorunda olmak, hayır diyememek, “nasılsa bir çaresi bulunur” deyip işi kısmete bırakmak... Veya küçük kayıplardan çekinmek; itibarın, paranın, aşkın uçup gideceğinden korkmak… Veya küçük kumarlara girip büyük kazançlar elde etmeyi ummak… Sonunda o kırmızı çizgiyi kafanıza vura vura kırıyor.

Öyle ya, hapishaneler bir kez şeytana uyanlarla dolu. Mezarlıklar küçük hataların çürümüş meyvelerini saklıyor. Çünkü insanın kendini bilmek dediği şey bu çağda giderek zorlaşıyor ve ayağınızın bir kez kayması tüm oyunu kaybetmenize yetiyor.

Orta sınıf tutukluğu gerçekten üzerine kitaplar yazılacak bir şey. Erkeklerde daha fazla görülen bir şey mi bilmiyorum ama orta sınıfa has adı -henüz konulmamış- bir fenomen olduğu açık. Titanic kazasını biliyorsunuz. Ölenler arasında en yüksek oran ikinci sınıfta yolculuk yapan erkeklere aitti. İkinci sınıf erkeklerin %92’si ölmüştü. Birinci sınıfta bu oran %67, üçüncü sınıfta%84’tü. Erkek mürettebatta bile ölüm oranı %78 ile ikinci sınıftaki erkeklerden daha düşüktü. Kibarlık ve nezaket kılıfında gelen tutukluk, terbiyeli olmanın sonunda mükafat göreceğine olan iyimserlik sonunda insan yaşamına mal olan bir iradesizliğe dönüşmüş…

Şarkısı var, İsveçli Björn Azfelius yazmış. Şarkının adı “İkinci kademe yolcusunun dramı…”. Üçüncü kademedekiler en alt ambarlardan gelen suyu görünce geminin battığını anlıyorlar. Birinci sınıfta yolculuk yapanlara da zaten önceden haber veriliyor. Bu gariban ikinci kademe yolcuları en son haberi olanlar. Ama asıl trajedinin sebebi bu geç kalma işi değil. Filikalar indiğinde, “Efendim önden siz buyurun, aman önce kadınlar, önce çocuklar, sizin aileniz mi vardı buyurun geçin” vs.; bütün bu kurallara, şehir kibarlıklarının hepsine uyan, hareket etmekte tereddüt eden hatta “Gerçekten gemi batıyor mu?” diye düşünenler bile var. Üsttekiler çoktan tahliye olup gitmiş, alttakiler herkesi eze eze, hiçbir kural tanımadan can havliyle yerlerini almış. Orta sınıf bando mızıka eşliğinde okyanusun dibini boyluyor!

Kötülüklerin de en alası orta sınıftan çıkar bunu kabul etmek lazım, ama kötülüğe karşı en korunmasız olan da bu “orta hâlli, barışçıl” yaşam tutkusu yüzünden orta sınıftır. Her yerde nazik ve kibar olup hayatın kendi kendine bizim lehimize akacağınız sanırız. Ama bir tek küçük hata, tüm varlığınızı kaybetmenize, tüm emeklerin tepe taklak olmasına yol açar.

Başınıza gelen felaketten sonra, masum olduğunuzu, bir kerecik olsun bir hata yaptığınızı, basiretinizin bağlandığını, bir tereddütte kaldığınızı, ayağınızın kaydığını, bir küçük zaafa kapıldığınızı…  Ne kadar anlatırsanız anlatın nafile. Gerçek şu ki artık hayatın size biçtiği üç metrelik bir mezarda ya da o sevimsiz, mutsuz, kaybetmiş yerdesinizdir.

Yaşı yetenler hatırlar. Uğur Dündar’ın önce tuzak kurup sonra gizli kamerayla rüşvet aldığını görüntülediği bir hoca vardı. Yıldız’ın çıkışında kameralarla üstüne gitti, adamcağız o kadar utanmıştı ki sadece “Bir daha olmayacak.” diyebildi. O günün akşamı intihar etti. O zamanın bugünden farkı yoktu. O zaman da her yer büyük rüşvetçilerle, büyük üç kağıtçılarla doluydu ama olan hocaya oldu. Çünkü mühim olan kendi kırmızı çizginizi koruyabilmekti.