Bu cumartesi beni Kuzey Irak merkezli K24 televizyonundan aradılar. Bugün İstanbul’da Mor Çatı kadın derneği olmak üzere kadın sorunlarını çalışan, daha çok feminist görüşe yakın kadın derneklerinin kadın cinayetleri konulu çalıştayına katıldıklarını ve bu konuyla ilgili bir haber yapacaklarını, mümkünse benim de bu konuda daha farklı düşünen bir hukukçu olarak röportaj vermemi istediler.

Bu konuda özellikle mülakatı mümkünse Kürtçe yapmamızı rica ettiler. Çalıştaya katılmadığım için gerçekten feministlerin ne düşündüğünü ve ne soyledigini bilemedim ancak bana sorulan sorulardan oradaki eleştirilerin neler olduğunu anlayabildim.

İlk soru şuydu:

Feministler ve diğer bazı kadın örgütleri, Türk hükûmetinin aile yanlısı politikasının kadın cinayetlerinde artışa neden olduğuna inanıyor mu? Aile yanlısı politikalar kötü bir şey mi? Ailecilik neden hedef alınıyor?

Gerçekten Türkiye’de kadına yönelik şiddetin ve kadına yönelik artan cinayet haberlerinin temelinde feminist örgütlerin bu kadar çok aileyi merkeze aldıklarını düşünmüyordum, bu soruyla anlaşılan o ki şu an feminist derneklerimizin çoğu şiddetin kaynağını, aile mefhumunun öneminin gerekliliğinin öne çıkartılmasına bağlıyor.

Bunun büyük bir talihsizlik olduğunu söylemekle beraber aynı zamanda şu an dünyanın en ileri ekonomilerinde güçlü devletlerinde parayla satın alınamayan tek şeyin aile olduğunu, aile yapısını güçlendirmenin zorluğunu hatırlatmak gerekir. Amerika başkanlarının tamamının mutlu aile tablosu fotoğrafıyla göreve başlamalarının herhâlde “Ailemizi herkes görsün!” amacı dışında pek çok mesaj içerdiğini anlamak gerekir. Bizim ülkemizde sağlıklı aile yapıları, toplumumuzu ayakta tutan temel olduğu içinden geçtiğimiz pek çok buhranlara rağmen nasıl yıkılmadığımızın en önemli izahıdır. Muhafazakâr bir partinin aileyi kıymetlendirirken kadını kıymetsizleştirdiğini söylemek nasıl mümkün olmuş bunu anlamak da mümkün değil. Kanunlarımız ve uygulamada şiddet gören herhangi bir kadının medeni durumuna bakılmaksızın tedbirler alınıyor. Boşanma davaları Türkiye’de görülmekte olan dava dosyalarının içinde sayısal olarak en yüksek oranda yer almakta. Boşanmak isteyen kadına herhangi bir zorluk çıkarmak gibi ne bir mevzuat ne de uygulama var. Son yıllarda  öldürülen kadınlara baktığınızda örneğin Şule Çet,  Pınar Gültekin cinayetlerinin tamamı partner-ilişki kaynaklı cinayetler idi.

Diğer soru ise; “Türk Devleti’nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesi kadın cinayetlerinin artmasının nedenlerinden biri olarak mı görülüyor? İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmenin doğru olduğunu düşünüyor musunuz? İstanbul Sözleşmesi'nin önemi nedir?” şeklindeydi.

Rojin Kabaiş ve Gülistan Doku, genç yaşta şüpheli bir şekilde ölen iki Kürt kadınıdır ve ölümleri şu ana kadar aydınlatılamamıştır. 8 yaşındaki Narin'in neden ve nasıl öldürüldüğünü hâlâ net olarak bilmiyoruz. Bu cinayetler neden açıklanmıyor? 

Narin’i öldürenler hangi saikle öldürdüler, bunu tam olarak bilemeyeceğiz belki ama kesin olarak bildiğimiz bir şey vardır ki o da katil ve katillerin “İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık, ne güzel, bana hiçbir şey olmaz, ben şimdi bir çocuğu öldüreyim.” demediğine eminiz.

Narin dosyası gündemdeyken çok fazla konuşma imkânı bulamadığımız Rojin Kabaiş dosyası bir hukukçu ve bir kadın olarak beni son derece etkiledi. Özellikle babasının inanılmaz mücadelesi ve bir babanın metrelerce uzaktan, bükülmüş beline bakarak anlayabildiğiniz acısıyla hemhâl olmamak mümkün değil elbette. Babaları bu anlamda kıyaslamak asla doğru değil ancak Narin’in babasıyla Rojin’in babası arasındaki fark muhtemeldir ki bütün toplumun dikkat edeceği derecede bir farklılık gösteriyor. Gerçekten kayıtlara intihar olarak geçen Rojin Kabaiş dosyasının olay yeri inceleme ve delillerin toplanması noktasında yeterli bir soruşturma yapılıp gereğinin yapılması için elimizden geleni yapacağız. Benim de çok şüpheli bulduğum bazı noktalar var, bu kadar hayat dolu bir kızın her şeyden önce, intiharı düşünmesi en son akla gelebilecek bir şey olduğuna göre vücudundaki bazı morluklar bir şiddete maruz kaldığının emaresi olabilir. Bu konuda soruşturmanın kamuoyu baskısı olmadan kendiliğinden yapılıyor olması gerekir diyebiliriz. Evet, belki eleştiri getirebileceğim. Birincisi, böylesi olaylarda bir babanın feryadı ve bir kamuoyu baskısı olmaksızın kendiliğinden görev aşkıyla işini yapan savcıların harekete geçmesi ve işin peşini bırakmaması gerekir.

Yine İstanbul Sözleşmesi’ne gelecek olursak şunu söylemek lazım: Bugüne kadar yapılmış bütün kanuni düzenlemelere rağmen insanın insana şiddetini, doğaya, çevreye, hayvana olan şiddetini minimize edememiş toplumların kurtarıcısı eğer bir sözleşme olsaydı muhakkak ki 50 sözleşme yapmış olurlardı. İktidarları her konuda eleştirmek mümkündür ancak bütün dünyada hâlen var olan ve hiçbir kural, kaide ve tek bir sebebe bağlı olmayan şiddeti, iktidarda bir muhafazakâr parti olduğu için devamlı “Kadın cinayetleri siyasidir.” diye dile getirmek, başka konulardaki tespit ve haklılıkları da şüpheye düşürüyor.