Demokrasi nedir? İstisnaları bulunmakla birlikte Türkiye’deki genel ön kabulde olduğu gibi Batı’nın temsil ettiği bir yönetim biçimi mi; yoksa bu illüzyonun aksine hegemonları tarafından kullanılan ideolojik bir aygıt mı?

ABD ve Batılı ülkelerin özellikle dış politikada kullandığı etkin söylemi referans alırsak; demokrasinin gerçek temsilcileri olarak kimliklendirilmek istedikleri çok açık. Peki, bu durumda, onların dayatmalarını reddeden ülkeleri “anti-demokratik” olarak etiketlemek mecburiyetini de satın almak, evrensel demokrasi tanımının içine sığıyor mu?

11 Eylül sonrası başlayan “demokrasi ihracatı” Orta Doğu halklarını daha evvel tecrübe etmedikleri bir vahşetle tanıştırırken vadedilen demokrasi neredeydi mesela? Dünyanın en büyük petrol rezervlerini sınırlarında tutan Suriye’de, Irak’ta demokrasiyi gören oldu mu? Libya’da Kaddafi rejimini yıkıp bölgeyi köle ticareti merkezi hâline getirirlerken yükselen demokrasi çığlıklarını bugün duyan var mı? Benzerlerini Afrika’da çok kez gördük. 1973-85 arasında Etiyopya’da yaşanan kıtlığa çare olması için bölgeye gönderilen ucuz ürünlerle üretime ket vuran Batı’nın demokrasi pazarlaması, sermaye sahiplerinin insanları sömürmesiyle nihayetlenmedi mi? Gazze’de yaşanan soykırıma tepki gösteren bilim insanı, sanatçı, gazeteci ve benzerlerine sergilenen tahammülsüz tavır, Batı’nın benimsediği ve başka ülkelere de tavsiye ettiği evrensel değerlerin hangisiyle uyuşuyor?

O hâlde demokrasiyi tam manasıyla tanımlamak için yolu siyasi literatürle değil, siyasi hafızamızla açacağız.

Bugün, kaynakları Batı’yı ihya edecek herhangi bir dünya ülkesinde sandıktan salt bir kazananın çıkmadığı “demokratik” bir seçim yapıldığını hayal edelim. Seçimin üstünden geçen iki aya rağmen hükûmetin kurulamadığı, ‘başbakan’ın atanamadığı, en yüksek oyu alan ittifakın adayının atanmaya uygun bulunmadığı, iktidarın “sokak hareketleri” ile tehdit edildiği… Batı’nın demokrasi kılıcını kınından çıkarması için harika bir fırsat olurdu değil mi?

Fransa’da seçimlerin üzerinden 50 gün geçti, Macron iki kez seçimlerde mağlup olmasına rağmen yeni kabine görevlendirmesi yapmadı. Başbakan Gabriel Attal görevine devam ediyor. Yani hükûmet hâlâ seçimi üçüncü olarak bitiren partinin elinde. Seçimleri birincilikle bitiren sol ittifaka hükûmeti kurma görevi verilmiyor. Macron seçimden üç gün sonra yayınladığı mektupta “seçimi kimsenin kazanamadığını”; hukukun üstünlüğü, Avrupa’ya eğilim, parlamenter demokrasi gibi kavramlarla yaldızlayarak ilan etti. Bu tür şeyler başka bir ülkede olduğunda adına “otoriter rejim” deniliyor; oysa sorsanız Fransa’da demokrasi tıkır tıkır işliyor. Solcu partiler Macron’un tutumunu “demokratik darbe” olarak yorumluyor ama tüm bu olaylar demokrasinin beşiğinde gerçekleşiyor. 

Tüm devlet mekanizmaları kendilerini belirli ahlaki karşılığı olan değerler üzerinden meşrulaştırırlar, doğru. Macron da yaklaşan 2027 seçimleri öncesinde yükselen sağ tehdidine karşı ön almak ve merkez seçmeni kendi etrafında konsolide ederek elini güçlendirmek istiyor. Ancak ortaya çıkan, Fransa tarihinin en parçalı meclis tablosu Avrupa’ya demokratik temsiliyet adaletsizliğine dair bir şey anlatmaya çalışıyor. Duymuyoruz.

Duymuyoruz çünkü yaşananlar Avrupa gazetelerinin manşetlerini süslemiyor, Batılı devlet başkanları Fransa’nın demokrasisine yönelik endişelerini yüksek perdeden dile getirmiyor. Baştan ayağa iki yüzlülük ve çifte standart üzerine kurulmuş olan Avrupa Birliği’nin resmi organları kendi liderlerini “diktatör” olmakla itham etmiyor.

Demokrasi doğduğu topraklarda yeniden tanımlanıyor. Bu kez “par le peuple, pour le peuple” değil, “par qui, pour qui?” olarak.

*Halk tarafından, halk için.
**Kim tarafından, kim için?