Laiklik, evrensel kabulünde din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken bireylerin inanç özgürlüklerini toplumsal alanda muhafaza etmeyi öngörür. Oysa Türkiye’de, devleti dinden koparan, bireyleri toplumsal hayatta ayrıştıran, kör ve sağır bir ezbercilik ile taş kesilmiş bir dayatmadan öteye varamadı.
Türkiye’yi dönüştürmek isteyenler için ana yol her zaman İslam'ı hedef almak, İslam'ın bu topraklardaki derin bağlarını çözmek, Türkleri İslam'dan soğutmaya çalışmak oldu. Cumhuriyet sonrası kuşaklar, bu amaçla “militan” gibi yetiştirildi. Hatta son zamanlarda İslam’dan arındırılmış bir milliyetçilik bile üretmeye başladılar. Oysa bu toprakların mayası İslam’dı, 1071’den beri. Tam bu sebeple ne yaptılarsa olmadı, istedikleri tarif bir türlü tutmadı.
Bununla mücadele etmek için Müslüman ötekilerin fiziksel yok oluşunu değil, yeni bir kimliğin içinde eriyip gitmesini istediler. Hep beyaz kalabilmek için hiç durmadan yeni zenciler yarattılar. Aynı tornadan çıkmış ama kendini sıra dışı gibi sunan aydınların yazıp çizdikleri, toplum mühendisliğinin mayası olmaya yeter sandılar. Bugün ellerinde sadece “hayat tarzı” denen şey kaldı. Hiç olmazsa bunu muhafaza edebilmek için kendilerine benzemeyen kadınları, eğitim seviyesi fevkalade düşük, oy kullanma eğilimleri manipüle edilmeye açık, sosyal hayatta müstakil olarak var olamayan kimliklerin içine sıkıştırmaya çalıştılar. Kiminin eğitim hayatını gasbettiler, kiminin çalışma hakkını…
Bunları yaparken halkçı olduklarını iddia ettiler ama “halk” olamadılar. Kemalist eğitim sisteminin etkisiyle illüzyonlar yarattılar.
On yıllardır süregelen Batı’ya öykünme çabaları, hepsini kendi toplumlarına, bu toplumun kültür ve çıkarlarına yabancılaştırdığı gibi, Batı karşısında da sersemleştirdi.
Anadolu’nun geniş kesiminin onlarca yıllık suskunluğunu, onların yokluğu sandılar. Oysa halk görüyordu, kendi bildikleri CHP ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yeni CHP’yi biliyordu. Paravan gibi arkasına saklandıkları ilkeleri yakından tanıyordu.
CHP bu topraklarda, kuruluşundan bugüne statükonun muhafızından başka bir şey değildi. Sol iddiası ile sağın en ucuna savrulmuştu. Artık kelimelerle köprüleri geçemiyordu.
Bugün bu iklimde, tartışmalar yine en sert hâliyle devam ederken artık halkın yapacağı bir şey yok. Çünkü mevzu artık çılgınlık boyutunda netameli. Vatana sadakat ya da vatana ihanet mevzubahis, kolay değil. Dolayısıyla “vatan haini” suçlamasının nereden geleceği belli değil. Daha “vatan” kelimesini bitirmeden tüm sermayesini tüketenlerin vatanseverliğinden ne çıkar? Üstelik hâlâ “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak askerî bir darbeden medet umanlardan; Türkiye’de bir arkaizme dönüşen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” prensibini cuntacılığa paravan yapanlardan?
Kabul edelim, gerçek bir varoluş alanına sahip olamayan Kemalizm, Türkiye burjuvasının terk edemeyeceği tek aydınlık limanı. Ahı gidip vahı kalan prensiplerin, ezber deklerasyonların kitaplardan çıkarılması dahi hâlâ ülkenin dengelerini altüst edecek nitelikte.
Oysa mesele parıltılı ambalajlarından kurtarıldığında, İdris Küçükömer’in söylediği kadar basit:
“Kendilerine ileri solcu diyenler, tarihî politik mirasın, toplumsal belleğin psişik dürtüsü içerisinde, daha çelişik bir varlık sergilemişlerdir. Kendilerini aydın, ilerici, demokrat diye kabul ettirmek isteyenlerin bir kriz içinde nasıl despot kesildiklerini yakın geçmişte gözlemlemedik mi?”