Hayır, devlet Suriyelilere maaş bağlamadı, üniversitelere sınavsız girmediler, TOKİ onlara bedava ev vermedi, devlet memuru olarak işe alınmadılar, milyonlarcasına vatandaşlık verilmedi, asayişi bozacak kadar suça karışmadılar. Ama Sakarya'da hamile bir Suriyeli önce tecavüz edilip sonra vahşice öldürüldü mesela. Gaziantep'te evlerinden atıldılar, Kayseri’de iş yerleri taşlandı, İzmir'de sokakta dövüldüler, İstanbul'da 80 kuruş karşılığında 50 kiloluk bir çuvalı taşırken öldüler.

İşte yalan tam da böyledir, bir nefeste doğuverir. Kendine inanacak ikinci kişiyi bulduğunda ete kemiğe bürünür. Üçüncü kişiyi bulunduğunda emeklemeye başlar. Dördüncüsünde yürür, beşincisinde koşar, altıncı kişiye geldiğinde artık “Bu bir yalan!” diyecek kişinin üstüne, agresifçe yürütecek kadar örgütlü bir hâle gelmiş olur. Artık geçmiş olsun. Kırk doğru peşinden koşsa bir yalanı yakalayamaz. Sosyal medyanın bize açtığı, sınırları olmayan bu dünyanın kapısından giren çıkanı kontrol edebileceğimiz o eşikler çoktan aşıldı.

Dezenformasyon kampanyalarının hedef kitlesinin eğitimsiz insanlar olduğunu düşünmek, en tehlikeli yanılgılardan birisi. Çünkü yapılan araştırmalar, insanların bir yalana inanma olasılığının eğitim, cinsiyet, gelir durumu gibi etkenlerden hiç etkilenmediğini; meselenin söylentinin kendisiyle ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Hele ki maruz kaldığımız yalanın içeriği dünya görüşümüze uygunsa sorunu görme konusunda yüksek derece hipermetrop oluyoruz. Tam da bu yüzden yalan üzerine kurulu kampanyalar, en kırılgan yönlerimizi hedef alıyor. Random değil, sistemli; kampanya yöneticileri, çoğu zaman organik görünümlü eylemleri de sürece dâhil ediyor. Hedef kitleler farkında olmadan gönüllü iş birlikçiler hâline gelerek bu kampanyaların amaçlarına ulaşmalarına yardım ediyor. Yani ağır ağır, ayağımızın altındaki zemini çekiyorlar, tutunacak dallarımızı kırıyorlar, algılarımızı bozuyorlar ve biz fark etmeden kendimizi bir yalanın içinde buluveriyoruz.

Öyle olmasa evinin önündeki ağaçları “Manzaramı kapatıyor.” diye kestirenlerin, yağmalanmış sahillerdeki villalarının önündeki şezlonglardan attıkları birkaç tweet ile bir anda nasıl “çevreci” olabilirdik? “Mesele ağaç değil, sen hâlâ anlamadın mı?” diyenlerin, ağacı mesele etmesine her seferinde nasıl inanırdık?

Beş yılda tek bir metro ihalesine çıkmayan, yapılan 47,3 km’lik metro hattının sadece 8 km’sini tamamlayabilen, projelendirilmiş şantiyelerin üstüne hafriyat döken İBB’nin, seçimlerden hemen önce reklam panolarını metro projeleriyle donatmasına nasıl ikna olurduk?

Devlete karşı teröre alenen destek verenlerin, terörle mücadelede ipe un serenlerin, Meclis kürsüsünden devlete meydan okuyanların, söz konusu “vatanseverlik” olduğunda yaptıkları romantik edebiyata her seferinde nasıl kanardık?

Kanıyoruz. Çünkü üretilmiş gerçeklik çağı, eylemlerin istenilen biçimde hatırlanmasını sağlayacak tüm koşulları kolaylıkla sağlıyor. Siyasetin hafızası, olguların gerçekliği ile değil planlı dezenformasyonların aracılığı ile kurgulanıyor.

Umberto Eco'nun 20 yıl önce, “Artık esas meselemiz, bir şeyin yanlış olduğunu ispatlamak zorunda kalacak olmamız değil. Esas meselemiz, apaçık doğrunun doğru olduğunu ispatlamaya çalışmak zorunda kalacak olmamız.” dediği günleri yaşıyoruz. Yalanla yaşamaya öyle ya da böyle alışacağız. Ama yalan satıcılarıyla yaşamak var ya, o çok zor. Hele bir de “hayatı yalan” olanlar var ki Allah hepimizi onlardan korusun.