Neden böyle bir gözdağı verildiğini açıklamak gerekirse o dönemde yaşanan siyasî olaylara bakmak lâzımdır. Gerçekten de her dönemde olduğu gibi ABD’nin Türkiye üzerinde bir baskı kurmaya çalıştığını görüyoruz. O tarihlerde de Türkiye’nin parçalanabilmesi için Kuzey Irak’ta ABD tarafından bir Kürt devleti oluşturulmaya çalışılıyordu.
Kuzey Irak’ta bir devlet kurulması için birçok insan Amerika’ya götürüldü, eğitildi. Daha sonra İkinci Körfez harekâtından sonra da buraya getirilip yerleştirilerek yarı bağımsız bir bölge ve devlet meydana geldi. Birkaç yıl önce bağımsızlık için kimsenin tanımadığı referandumu da yaptılar. Türkiye’nin girişimi ile bir müddet bu fiili durum engellendi ise de ABD’nin çok açık bir şekilde düşmanca tutumu hala devam etmektedir.
Bu maksatla kurulan “Çekiç Güç” Irak’ta ABD’nin ihtiyaç duyduğu diğer bir askerî yapı idi. Türkiye ile Çekiç Güç arasında yaşanan sorunlar, genelde hükümetlerin görmezden gelmesi ile hep ertelendi. Ve sonuçta Muavenet benzeri bir olaydan korkulduğu için hükümetler pısırık davrandılar.
1990’ların başında Baba Bush yönetimindeki ABD, Saddam yönetimindeki Irak’ın Kuveyt’e girmesini bahane ederek Irak’a savaş açmıştı. Sonuçta Irak’ın Basra Körfezi’ndeki ve ülkenin güneyindeki gücü kırılmış, zengin petrol yataklarının bulunduğu Irak’ın Kuzeyi için de yeni planlar yapmıştı.
ABD, bu plan çerçevesinde Irak topraklarının kuzeyini kendi denetimine almayı başarmıştı. 36 paralelin kuzeyini denetlemek üzere Çekiç Güç adında bir askerî mekanizma kurdu. Bu mekanizmayı da maalesef Türkiye üzerinden yürüttü. Kuzey Irak’ı Türkiye’den hem denetledi hem de PKK’yı semirtip büyüttü.
Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, misak-ı milli sınırları içindeki Musul ve Kerkük’ü kurtarmak için savaşa katılmak istiyordu. Fakat Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın istifası ve savaştan kaçan generallerin diretmesi ile bu fırsatı kaçırmış olduk. Bu acınacak duruma ABD’de yetişmiş generallerin büyük rolü vardır.
Asker 50 yıl beslenir; sadece bir gün için. İşte o gün savaşa girmek gerekmiş fakat maneviyattan yoksun darbeci generaller yüzünden ayağımıza kadar gelen fırsatı yine kaçırmıştık.
İşte tam bu sırada bir NATO tatbikatı sırasında 2 Ekim 1992’de Türk Deniz Kuvvetlerine ait TCG Muavenet muhribi, ABD’nin Saratoga gemisinden atılan iki Sea Sparrow güdümlü mermileriyle vuruldu. Gemi komutanı Deniz Kurmay Yarbay Kudret Güngör ve 5 denizcimiz şehit oldu. Çok sayıda da askerimiz yaralandı. Bunun arkasından dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı şüpheli bir şekilde düştü ve Bitlis şehit oldu.
Yaklaşık 30 sene önce gerçekleşen bu acı olaylar ABD’nin Türkiye’ye karşı nasıl bir düşmanca tutum içinde olduğunu çok net olarak göstermektedir. Bu olayın ardından Türkiye, şanlı tarihinde görülmemiş bir tarzda ABD politikalarına boyun eğmeye devam etmişti.
Ardından gelen Başkan Clinton dönemi kısmen sorunsuz devam etse de 8 yılın ardından bu sefer Oğul Bush Amerika’ya başkan oldu. Onun 8 yıllık dönemi hem Türkiye, hem de dünya açısından kâbus gibi geçti.
Bu olaylar, belli bir süreç sonrasında da ABD’nin planlandığı gibi gerçekleşti. Hükümetler bilerek veya bilmeyerek, tedbir almadığı ve gereken karşılığı vermediği için iş daha kötü bir noktaya kadar geldi.
Sonrasında Irak’ın kuzeyinde Süleymaniye’deki Türk askerî birliğinde askerlerin başına çuval geçirme hadisesi de yaşanmıştı. Amerikalılar yine haydutluk yaparak oradaki askerlerimizi tutukladılar başlarına çuval geçirdiler. Aslında bu olayın, yani geminin vurulması olayına Amerikalıların Türk denizcilerinin başına çuval geçirme olayı desek; mübalâğa olmaz.
Biraz da bu düşmanlığın temel nedenine bakalım. Kısaca söylemek gerekirse bu çirkin tutumun ardında yatan en önemli gerçek “efendi-uşak” ilişkisinin devam ettirilme isteğidir. Ne zaman Türkiye başını doğrultsa ekonomisini yoluna koyup “ben senin kölen veya uşağın değilim” dese işte askeri darbelerle hizaya getirilmek istenmiştir.