Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinin 30 Ağustos Zafer Bayramı törenleri çerçevesinde verdikleri halk konserlerinin maliyetleri, geçen haftanın en çok konuşulan konularından biriydi. Birkaçı tanınmış, bazılarının ise ilk defa -en azından benim- ismini duyduğum sahne sanatçılarına ödenen milyonlarca liralık kaşe bedelleriyle teknik masraflar konuşulmayacak gibi değildi. İktidar ve muhalefet bu konuda karşılıklı olarak birbirlerini suçlarken CHP, geçmiş yıllarda AK Parti belediyelerinde de bu etkinliklerde bulunduğunu belirtti.

Öncelikle ilkesel olarak duruşumu ifade edeyim; ister A Partisi ister B Partisi olsun, yönetimin, kültürel faaliyet alanı altında “vur patlasın, çal oynasın” minvalinde verdikleri bu konserlere karşıyım. Hele ki 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlayacaksak Zafer’in ruhunu anlatan ve o dönemin görünen yüzleri ve sanatını temsil eden sanatçılar olmalıdır.

Ayrıca işin maliyet boyutunda ise vergilerimiz ile yapılan etkinliklerin, kültürümüze katkısını da sorguluyorum. Belediyelerin asli görevi, bu sanat etkinlikleri ve eğlence odaklı organizasyonları daha ulaşılabilir hâle getiren altyapı, üstyapı, bina ve alan inşa etmektir. Haliç Kongre Merkezi, Atatürk Kültür Merkezi, Haliç Tersanesi ve sergi salonları, modern sanat müzeleri gibi… Avrupa’da, yerel yönetimlerin böyle konser verdiğini göremezsiniz. Onlar, bu konserlerin verildiği alanları, bölge ekonomisine katkı sağlayacak şekilde konaklama, yemek, alışveriş gibi mekânların nitelik ve nicelik ve standartlarını oluşturarak birebir bu sürece dâhil olur. İtalyan asıllı Tenor Andrea Bocelli, Toskanalıdır. Her yıl Toskana‘daki köyünde muhakkak konser verir o küçücük köy, konserin verileceği dönemde neredeyse turist akınına uğrar ve on binlerce insan buraya akar. Oteller, restoranlar ve yörenin tüm esnafı neredeyse bayram eder. Bu tartışma, “Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyeleri sanatsever veya müzikseverleri mutlu etti veya etmedi” tartışması değildir. Bu belediyeler, halkın vergilerini berhava ederken bir katma değer yaratamadıkları için eleştirildiler.

Bu tartışmalar yapılırken çok değerli meslektaşım Av. Ayşe Oruç, sanatın bu eğlence kültürü içinde yozlaştığını kaleme aldığı yazısında, “İnsanoğlunun varoluş sancıları olan ‘hakikati arama’, ‘kendini bulma’, ‘insan olma’ yolculuğunda bilim, felsefe ve din ile birlikte sanat da insana rehberlik eder. Sanatın rehberliği; kendi arayışlarını ve buldukları gerçeklikleri, bilgi, sezgi ve yeteneklerini harmanlayarak ortaya koydukları eserlerle topluma aktaran sanatçılar vasıtasıyla olur. ‘Gerçek sanatçı’ bunu yapabilen insandır. Popüler kültür işportacılarına sanatçı(!) denilen kültür erozyonunda, sanatçıdan söz ederken ‘gerçek’ vurgusu yapmak zorunda kalıyoruz maalesef. Sanat ve sanatçı,  hakikate ve aşka ulaşma yolunda rehberlik etme imkânı bulamadıkları ortamlarda suskunlaşırlar. Hz. Mevlâna’nın dediği gibi; ‘Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.’ Bunu ses güzelliğinden çok; yetkinlik/kemal, kalite ve irfan olarak düşünmek gerekir. Bu durumda bir nevi kısır döngü oluşur. Toplumda, hakikat arayışı, kendini bulma, kendini oluşturma bilinci zayıfladıkça sanata olan talep de azalır. Bu, sanatı ve sanatçıyı kendi uzletine çekilmeye zorlar; sanat ve sanatçı sessizleştikçe de toplum, iyiye, güzele yönelik arayışlar yerine kaliteyi, ahlakı, saygınlığı göz ardı eden ‘kolay, hızlı ve hazlı’ sanat(!) ürünlerini talep etmeye başlar ve hakikatten giderek uzaklaşır, kendine, değerlerine yabancılaşır.

Elbette sanatın, özellikle de müziğin, eğlenceye dönük bir yanı da olacaktır; ama sanatın temel ilkelerinden kopmadan, asimile olmadan, müptezelleşmeden, gerçek sanatçıları küstürmeden, herkesin yerini ve kıymetini bilerek.

Kudsî Erguner’in söylediği gibi, icra edilen ne olursa olsun ‘haydi eller havaya’ beklentisi içinde olanlar daima olacaktır ve evet, bazen ‘eller havaya’ da olacaktır. Ama endişe verici olan; bu piyasa işlerinin ‘sanat’, popüler starların da ‘sanat önderi’ gibi sunulması ve toplumun da gafletle bunu benimsemesi sonucunda kültürel yozlaşmanın önlenemez hâle gelmesi. Bu yozlaşmanın farkında olan sanatsever kesim ne yazık ki azınlıkta ve sanata ve sanatçıya sahip çıkma konusunda yeterince gayretli değil. Gerçek sanat ve sanatçı suskunlaştıkça bu kesim de sessizleşiyor ne yazık ki.

Oysa ne güzel demiş Mehmet Emin Yurdakul:

‘Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et./ Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. /Zaman ona, kan damlayan dişlerini gösterir.’

Sadece şairleri değil, tüm gerçek sanatçıları gitgide suskunlaşan bir toplum, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi yozlaşma ve asimilasyon dalgalarında çalkalanacak ve bu yanlıştan dönmedikçe korkarım ki sahil-i selamete ulaşması mümkün olmayacaktır.” diyor sevgili üstadım.

Milyonlarca lira paranın aktığı ve sabun köpüğü tadında şarkıların söylendiği bu etkinliklerin, sanata da vergilerimizin üreteceği katma değerlere de bir faydası yok, üstelik yozlaşmanın da taşıyıcısı oluyorlar. Belediyeler, bir kez daha şapkayı önlerine koyup düşünürler umarım.