Bugün içeride yaşadığımızın gerilimlerin önemli bölümü, “büyük ülke” hâline gelmenin sancılarıdır.

Türkiye, 15. yüzyıldan 19. yüzyılın başına kadar, 400 yıl boyunca dünyanın büyük ülkelerinden biri oldu. Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemini 1699 Karlofça Anlaşması ile başlatır. Karlofça, Batı’ya doğru ilerlemenin durması ve büyük toprak kaybı demektir. Bu anlamda, gerilemenin başlangıcı sayılabilir.

Ancak devasa imparatorluk, en az bir yüzyıl daha dünyanın büyük güçleri arasında yer almayı başardı. 1720’de dönemin padişahı III. Ahmet tarafından Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin seyahatnamesi, Türk devletinin gerilerken bile Avrupa’da nasıl “yüce” algılandığını gösterir. Daha ilginç olanı ise Mehmet Çelebi’nin Batılılar karşısında hiçbir hayranlık belirtisi göstermemesi, hatta onların düzenini, âdetlerini bir miktar küçümsemesidir.

Ancak takip eden yüzyılda yavaş yavaş Osmanlı aydınının ve devlet adamlarının psikolojisi değişir, Batı karşısında eziklik hissi başlar. Bu, şahsi bir tutum olmaktan ziyade objektif koşulların psikolojiye yansımasıdır.

“Objektif koşul” dediğimiz, devletin artık büyük devletler arasında olmamasıdır. 19. yüzyılın büyük devletleri, yani düvel-i muazzama, Fransa, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya’dır. Osmanlı’nın adı büyüktür ama kendisi artık kaderini büyük devletlere bağlayan küçük bir devlete dönüşmüştür.

Siyaset, büyüklerin arasında var olabilmek için iki temel yöntem geliştirir. Biri, onları taklit etmek, onların kurumlarını ithal ederek onları yakalamaya çalışmaktır. Diğeri ise onlar arasındaki çelişkileri kullanarak boşluklar ve fırsatlar yakalamak.

İkincisi, Sultan Abdülhamit tarafından başarı ile uygulandı ancak bu, sadece kayıpları azalttı, kaçınılmaz sonu 40 yıl kadar geciktirdi. Tekrar büyük devlet ve büyük ülke olabilmek için daha fazlası gerekliydi ve Osmanlı’nın mevcut birikimi bunu başarmak için yetersizdi.

Birinci yöntem yani Batı’yı taklit etme yolu ise 19. yüzyılın başından ta bugüne dek uygulandı. En önemli sonucu, bizim “Tanzimat kafası” dediğimiz zihniyeti üretmiş olmasıdır. Bu, "büyüğün yanında var olabilmek için ona öykünen, onun gözüne girmeye çalışan ve kendisinde -asla- büyük olma potansiyeli göremeyen" bir kafadır. Arada küçük sapmalar olsa da Türkiye’nin son iki yüzyılına bu kafa damga vurmuştur. Tanzimat döneminin Batı taklitçisi roman karakteri Bihruz Bey, Türk aydını, Türk siyasetçisi için artık bir stereotiptir.

Bugün Türkiye, objektif koşulları zorlayarak tekrar büyük ülke olmaya çalışıyor. Nedir bu objektif koşullar? En önce nüfus sonra -sınırlar değişmese de- coğrafi etki alanı sonra ekonomik büyüklük, siyasi manevra gücü ve hepsinden önemlisi askerî güç. Bunlardaki gelişmeler devlete, “Türkiye, Türkiye’den büyüktür.” cümlesini kurduruyor.

Ancak zihniyetteki dönüşüm, maddi değişimler kadar hızlı olmaz. Şimdi biz, yani memleketin tüm aydınları, siyasetçileri ve okumuş yazmış tabakası, bu yeni koşul karşısında zihniyetimizi değiştirmek zorundayız. Dünyaya, küçük ülkenin insanları gibi bakmaya alışmışız, iki yüzyıllık bu alışkanlığı değiştirmek hiç de kolay olmayacak. Çünkü bu yeni durumu kavramak için düşüncemizi değiştirmek yetmiyor, düşünme biçimimizi de değiştirmek gerekiyor.