Türkiye’de popüler kültürün tarihini yazanlar Ferdi Tayfur’a geniş bir yer ayırmak zorundalar. Çünkü kendisi, arabesk müzik akımının dört büyük isminden biriydi. Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses ile beraber 1960’ların sonundan 1980’lerin ortasına kadar uzanan bir döneme damgasını vurdu.
Arabesk daha sonra da devam etti şüphesiz ama 1990’larla beraber sosyolojik bir olgu olma özelliğini büyük oranda yitirdi. Altın yıllarında arabesk, dayandığı sosyolojik gerçeklik sebebi ile klasik bir müzik akımı olmanın sınırlarını hayli aşmıştı. Varlığı, sanatçıların deneysel çalışmaları veya bazı özel buluşlarından ziyade çok özel bir toplumsal zemine dayanıyordu.
Nedir o sosyolojik zemin derseniz, Ferdi Tayfur’un ölüm haberi üzerine hayranlarının hastane önüne getirdiği Magirus marka minibüse bakmanızı öneririm. Arabesk şarkıcılarının başrolü oynadığı filmlerin ikonu olan bu ulaşım aracı, bize Türkiye’nin toplumsal dönüşümüne dair çok önemli şeyler söylüyor.
Anlatalım…
1950’li yıllar Menderes iktidarı ile beraber demokratikleşmenin yıllarıdır. Demokratikleşme, aynı zamanda ekonomide de serbestleşme anlamına gelir. Tarımda makineleşme, dış borçlanma araçlarının devreye girmesi, orta ölçekli sanayi tesislerinin ve daha önce bilinmeyen yeni iş kollarının ortaya çıkması şehirlerde hızlı bir büyümeye yol açar. Kırsal kesimde işsiz kalan işgücü, hızla iş bulabileceği yerlere, şehirlere akın eder. Türkiye’de yetmiş yıldır tartıştığımız büyük iç göç olgusu da böylelikle başlar.
Demokrat Parti dönemi ile başlayan iç göç, 60’lı, 70’li yıllar boyunca artarak devam eder ve yönetilmesi neredeyse imkânsız bir olguya dönüşür. Örneğin, İstanbul’un nüfusu 1950-85 yılları arasında tam 6 kat artmıştır. Şehirlerin altyapısı, yeni gelen nüfusu kaldıracak düzeyde değildir.
Gecekondu, işte bu sorunun çözümü için icat edilmiş bir formüldür. Halk, şehrin çeperlerinde, uzak ve kırsal bölgelerinde kendi imkânları ile derme çatma evler inşa ederek burada kendiliğinden mahalleler kurar. Belediyeler ve hükûmetler, bu gelişmelere ses çıkarmazlar. Çünkü şehirlerde yeni gelişen ekonominin işgücüne ihtiyacı vardır. İşgücünün temel ihtiyacı barınmadır ve devletin elinde bu sorunu çözecek başka bir yöntem yoktur. Üstelik gecekondu, barınma masrafını bütçeden düştüğü için, işgücü maliyetini de azaltan bir faktördür.
Hızla büyüyen gecekondu mahalleleri ile şehrin merkezî muhitleri arasındaki fark giderek belirginleşir. Göçmenlerin hayali, şehirde tutunabilmek, şehrin eski sakinleri gibi yaşayabilmek, onlar gibi eğlenebilmek, onlar gibi sevebilmektir… Ancak arada aşılması pek güç, görünmez bir duvar vardır.
Arabesk işte bu duvarın müziğidir. Bu duvarı bir tür kader olarak görenlerin sesidir. Duvarın arkasında yaşamaya razı olanların hayata tutunma biçimlerinden biridir.
Minibüs ile özdeşlemesi de tesadüf değildir. Minibüs, otobüs hattının, trenin olmadığı gecekondu mahallesinin ulaşım aracıdır, o da gecekondu gibi pratik ve ucuz bir çözümdür. Gecekonduda yaşayanı çalıştığı iş yerine veya şehrin merkezine taşır. Bu yolculuğun olmazsa olmazı, içinde yaşanılan dünyanın müziğidir. Burunlu Fordları veya takviyeli Magirusları kullanan şoförler, kendi aralarında Ferdiciler-Orhancılar diye ayrılır.
70’lerin devrimcileri gecekonduyu saran sınıfsal duvarı yıkmanın yollarını aramışlardı. Bunun için arabeski kaderci buldular, eleştirdiler. Ancak sabahın kör ayazında yollara düşen işçi sınıfının kalbini bir nebze ısıtmak için Ferdi Tayfur gibi seslere ihtiyacı vardı. Hangisi daha gerçekçiydi, hangisi daha doğruydu, insan bugün bile değerlendirmekte zorlanıyor.
***
Son not: Ferdi Tayfur’a Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı dilerim.