150 yıldır Türkiye’ye hâkim olan seçkinler, son dönemde bir miktar rahatsız. Aslında ayrıcalıklı pozisyonlarını pek de kaybetmiş değiller. İş dünyasında, kültürde, medyada, akademide, hatta bürokraside bile büyük oranda hâlâ onların borusu ötüyor. Rahatsızlıklarının sebebi kendileri dışında birilerinin de görünür hâle gelmesi, kendilerinin onayından geçmeyen bazı insanların da makam mevki sahibi olabilmesi.

Yani “yükselme ayrıcalıkları” olduğu gibi duruyor. Kaybetmekten rahatsız oldukları şey, “başkalarının yükselmesini engelleme” ayrıcalığı. Kendi tornalarından çıkmayan, kendi ahbap çavuş ilişkilerine dâhil olmayan kimselerin yükseldiğini görmek, bunları çileden çıkarıyor. Kafalarındaki Batılı değerler şablonuna uymayan birinin başarılı olabilmesini imkânsız görüyorlar. Hele, kuru kavruk Anadolu çocuklarını büyük makamlarda görürlerse küplere biniyorlar.

Rahatsızlıklarını en çok, “liyakat” söylemi ile dışa vuruyorlar. Onları dinleyecek olursanız memleketin her köşesi liyakatsiz insanlarla dolu; “Çarıklı takımı sarayları-salonları işgal etmiş!”

Bugün, o 150 yıllık şebekelerin tezgâhından geçmeden bir yerlere gelebilen pek çok insan var. İçlerinde liyakatsiz olanları var mı? Olmaz olur mu, mutlaka vardır. Ancak liyakat, yeni ortaya çıkmış bir sorun değil ki!  Nepotizm, klanizm, adam kayırmacılık, torpil… Bunlar, Türkiye’de yüzyıllardır var olan sorunlar. Daha ilginci, en çok da şimdi şikâyetlenen Batıcı züppe takımının iktidarında yaşanmış (ama her nasılsa pek duyulmamış) marazlar.

Alın küçük bir misal: Adam, “her şeyi bilen” ekonomi profesörlerimizden biri. “Liyakati boş verdik, liyakatsizlik aldı yürüdü.” diye ahkâm kesiyor. Kendisi kimdir diye bakıyoruz; babasının profesör olduğu fakültede okumuş, yüksek lisansını, doktorasını aynı okulda yapmış, aynı okulda doçent ve derken profesör olmuş. Bir tek kendisi mi? Hayır, kardeşi de öyle. Yani rahmetli beybaba, üniversitede hoca değilmiş de nalbur dükkânı işletiyormuş gibi, bütün çocuklarının elinden tutup kendi mekânında bir ekmek sahibi yapmış!

Peki liyakat? Demeyin gitsin… Liyakat diye yargı dağıtan profesörümüzün, uluslararası hakemli dergilerde çıkan yayın sayısı kaç biliyor musunuz? Sıfır! Rakamla 0! Otuz küsur yıllık “hocalık” hayatında aldığı atıf sayısı kaç dersiniz? 173! Yılda altı tane falan yapıyor, hiç atıf almamak gibi bir şey.

Anlayacağınız profesör ünvanlı bu beyefendi, akademik anlamda "yok" hükmünde biri. Ama hoca; ama devasa kurumların danışmanı; ama TV’lerde çıkıp “Türkiye’de liyakat kalmadı.” diye ahkâm kesiyor…  Kendisinde nasıl bir liyakat varsa artık sıfır adet hakemli yayınla profesör olmayı, kürsü işgal edip maaş almayı başarıyor!

Bu, sadece bir örnek. Bilgisayar bilimleri hocası Tamer Kahveci sağ olsun, bugüne dek akademideki liyakat yaygaracılarının onlarcasının ipliğini pazara çıkardı. Diğer alanlardakilerin de pek farklı olmadığını biliyoruz. Kültür sanatta, askerî ve sivil bürokraside hangi ailelerin, hangi şebekelerin borusunun öttüğü apaçık bilinen bir gerçek. 

Liyakatçı ekibin en çok şikâyet ettiği konulardan biri tarikatlar, cemaatler konusu. Diyorlar ki “Cemaatler devlette kadrolaşmasın, devletten uzak dursun”. Yerden göğe haklılar, bu fikri sonuna kadar destekliyorum. Ancak Masonluk benzeri “modern cemaatler” söz konusu olunca nedense dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Yüz defa tarikatları konuşurken bir kez olsun bu şebekeleri söylemiyorlar. Neden dersiniz? Çünkü işlerine gelmiyor. Çünkü liyakat dedikleri, aslında -geçmişte olduğu gibi- tüm gücün kendi şebekelerine teslim edilmesi isteğinden başka bir şey değil.