27 Kasım Çarşamba günü, Lübnan’da 60 günlük ateşkesin başlamasının hemen ardından Suriye olağanüstü karıştı. Aslında tam bir Orta Doğu manzarasıydı. Hava puslu, zemin kaygan, saflar karışıktı.
Asıl güçleri sahada göremediğimizden yorumlar hep geriden geliyor ve harita anbean değişiyor. Yine de netlikler var: Halep muhaliflerin kontrolünde ve zorda kalan Esed Rusya’dan, İran’dan ve hatta Irak’tan yardım bekliyor. Hareketlenmeler ne zaman ve nasıl dengeye kavuşur? Henüz belli değil. Suriye’deki gelişmeleri sadece bir ‘dış mesele’ olarak ele alamayız. Yaşananlar bizim için aynı zamanda bir iç meseledir.
Türkiye iki aydır, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İç cephemizi güçlendirmeliyiz.” çağrısını ve Bahçeli’nin DEM Partililere elini uzatmasını konuşuyor. Bunların arka planında, nasıl bir ‘siyasi öngörü’ olduğunu anlamaya çalışıyor.
İktidar ısrarla ve iyi çalışıldığı belli adımlar atarken bütün renkleriyle muhalefet, olan biteni bir ‘taktik hamle’ olarak görme eğiliminde. İktidarın durup dururken hiç olmayacak şeyleri konuşmaya başladığını söylüyor, “Kimin işine yarar?” sorusunu açıktan sormasa da sinsi uzantılarında oyalanıyor.
Öyle olmadığı, ilk adımın tam da zamanında atıldığı şimdi daha net ortaya çıktı. İki ay önce başlatılanın kıymeti, kasım ayının sonu itibarıyla daha iyi anlaşıldı.
Berraklaşan süreç
Bahçeli’nin Öcalan teklifini olumsuz yorumuyla tekrar edenler, hep “Olmaz.” dediler ama “Şöyle olsun.” dediklerini hiç duymadık. Bir ileri teklifi, yine Bahçeli yaptı. Daha kolay hayata geçirilebilir yeni bir öneri sunarak “DEM Partililer Öcalan’a gitsinler.” dedi.
Kamuoyu, DEM Partililerin İmralı’ya gitmesi ve Öcalan’dan bir ses getirmesini bekliyor.
Sonucu ne olursa olsun, DEM Partililerin Öcalan’la görüşmesi, Öcalan’ın PKK’ya “Silah bırak.” demesi ya da dememesi, yeni bir durumdur. Bu yeni durum üzerine, yeni sözler söylenecektir. Her yeni durum, yeni bir senteze ulaştıracak, yeni bir yol açacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 27 Kasım Çarşamba günü yaptığı konuşmada, Bahçeli ile mutabakatları konusundaki şüpheleri giderdikten sonra hedefi netleştirdi:
“Türkler ile Kürtler arasına örülmek istenen terör duvarını yıkıp atacağız. Evlatlarımıza, terörün olmadığı, şiddetin olmadığı, sırtını silaha ve dağa yaslayan terör destekli siyasetin olmadığı bir Türkiye teslim edeceğiz.”
Kısacası; taşlar yerinden oynadı bir kere. İç ve dış şartlar, terörsüz Türkiye’yi inşa etme fırsatı vermektedir. Türkiye, terörü bitirip sözü başlatmaya hazırlıklıdır.
Şimdi söz yok mu?
Elbette var. Ancak terör sözlerimizi eksiltiyor, içini boşaltıyor, eğip büküyor da konuşamıyoruz. Konuşsak da anlaşamıyoruz.
Sorunumuzun gerçek adını bile ancak terör biterse koyabileceğimizin farkında değil miyiz? Kürt sorunu var mı, yok mu? Onu bile terör sorunu ortadan kalkınca ortada kalana belki “demokratikleşme sorunu” belki de “kültürel haklar sorunu” diyeceğiz. Bir isimlendirmede buluşup oradan konuşmaya başlayacağız.
Terör biterse söz başlar. Söz hepimizi kuşatır. Söz terörün yaralarını sarar, izlerini siler.
Asıl normalleşmeyi o zaman görürüz, anlarız ve hissederiz. İşte o zaman memleketimize, birliğimize, dirliğimize, gücümüze baktığımızda yepyeni şeyler görürüz. Şimdiden tahmin edemeyeceğimiz yeni şeyler…