Bir ev düşünün…

Babanın ve annenin bir "hayırlı” ve “iyi" evlat kalıbı var. Buna uyanlar, bu çizilen sınırlara dâhil olanlar "iyi evlat"; evin haşarı, haylaz, kalıba sığmayan çocuğu ise...

**

Babanın "hayırlı” ve “iyi" kalıbına sığmayan çocuğuna şunu dediğini düşünün: Kimliğinde yazdığı için çocuğumsun!

Ne kadar başarılı da olsa ne kadar zeki de olsa, dâhi de olsa, belki barındığı eve herkesten çok fazla katkısı da olsa; kimliğini, kişiliğini babaya beğendiremediği için dışlanan evlat, ne yapacak?..

**

Hatta annenin şefkatine sığınan yavrunun, günün sonunda babanın gadrine "emanet" edildiği bir senaryo da düşünmek mümkün.

"Hayırlı”, “iyi" kalıbından uzak çocuğu sindirmek için işkencelerin, oda hapislerinin olduğu bir senaryo...

Deli saçması değil mi?

**

Değil!

**

Anayasa… Sözlük anlamı en temel ifadeyle "bir devletin temel hukuk kurallarını belirleyen ve devletin işleyişini düzenleyen en üst düzeydeki yasa”dır.

Osmanlı bakiyesi Türkiye'nin, oldukça eski bir anayasa geçmişi var. 1808'de imzalanan Sened-i İttifak'ı da sayarsak 1876 Kanun-i Esasi ile devam eden, daha sonra yeni rejimle birlikte 1921, 1924, 1961 anayasaları ile sık sık anayasa değiştiren bir ülkeyiz.

Bu anayasalar içerisindeki en katı, katolik düzeyde devletçi olanı ise bugün sıkça tartıştığımız ve âyan tarafından "deli gömleği" olarak da tarif edilen “1982 Anayasası”dır. Yeni rejimin kodlarını ihtiva eden “1924 Anayasası”nı denklemden çıkarırsak herhâlde vatandaşa bu kadar derinlemesine pres yapan, abluka altına alan başka bir anayasa ile karşılaşmadık.

Bu anayasa, devletin birliği ve bütünlüğünü koruma adına, bireysel hak ve özgürlükleri sıkı bir şekilde sınırlandırabilmekte ve merkezî otoritenin gücünü ön plana çıkarmaktadır.

**

Yasa koyucular, bu ülkede yaşayan insanların özgürce nefes almalarından çok korkmuş belli ki.

Zira devletin vatandaşa olan “mesafesini”, “haddini” çizmekle mükellef olan bir yasa dizisinde sıklıkla nasıl iyi vatandaş olunacağının tarifi yapılmazdı herhâlde.

Anayasamıza göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Gördüğünüz gibi aslen Kürt veya Arap olmanızın bir önemi yok.

**

Benim burada en komik bulduğum şey, "vatandaşlık bağı" kelimesi.

İnsan, fıtratı gereği aidiyet duygusunu da içinde barındırır.

Ailesine aittir, mahallesine aittir, semtine aittir, şehrine aittir, dinine-inancına aittir, düşünce yapısına uygun kurum/oluşumlara aittir. Kimi işine, kimi eşine aidiyet duygusu beslemiştir.

Zira aidiyet kavramı, duygudan mülhemdir.

Aidiyet kavramı, insanın kişiliğini şekillendiren en önemli duygulardan biri bence.

Hayatta kalmamızı sağlayan, bizi tehditlere karşı koruyan bir içgüdü... Bu duygudaki eksiklik insanı depresyona da sürükleyebilir, saldırganlaştırabilir de…

Ait olduğunu hisseden insan, içinde koruma içgüdüsü de geliştirir.

Misal; kendini tehditlere karşı korur, yukarıda saydığımız ailesini, mahallesini, semtini, şehrini, inancını ve ülkesini de...

**

Peki, böyle yüce bir kavram, "vatandaşlık bağı" gibi kısır bir kelimenin içine sığıştırılabilir mi?

1924 Anayasası ile başlayan ve 1982'deki bu ifadeyle kemikleşen üstenci anlayış bence bu ülkede her bireyin aidiyet duygusunu köreltmek istemiş gibi.

Kürt, Alevi, Arap... Türk olmayan, kendini Türk hissetmeyen herkes bu ülkeye aidiyet besleyememiş.

Öyle ya, "kimlik kartı" ile özdeşleşen bir benlik algısı kimin bünyesinde barınabilir ki?

**

Ve burada bitmemiş bir kimlik kartına sığıştırmak istediği bağı da belirli sınırlar içinde kullanabilmen için katı çizgiler çekmiş.

Öyle korkmuş ki yasa koyucular, Anayasa’nın 12'nci maddesi, "Herkes kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.” dese de sonraki 13, 14 ve 15'inci maddelerde birbiri ardına "ama"lar sıralamış. Misal, madde 13'te "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir." demişler. Madde 14'te "Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.", 15'te ise "Savaş, seferberlik veya olağanüstü hâllerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir." denilmiş.

**

Peki, mevzu, "dört bir yanı düşmanla çevirili, sık sık darbe tehdidi ile sarsılan, terör belasından başını kaldıramayan Türkiye olunca" madde 12'nin bir anlamı kalıyor mu?

Devletin, umumun selameti için devamlılığı elbette esas olmalı ama zaten sözde “aidiyeti”, "vatandaşlık bağı" ile sınırlı bir toplumda, sürekli olarak özgürlüklerin kısıtlanmasının faydası kime?

*

Baştaki "deli saçması" örnekle "bağ" kuralım hadi.

Yurt, vatan, ülke; içinde 80 milyon evladın barındığı bir ev… Baba ve anne, devlet.

Bir "hayırlı evlat-makbul vatandaş" tanımı var.

Tanıma uymayanın dişlerinin söküldüğü, ruhunun iğdiş edildiği, düşüncesine pranga vurulduğu, 80 milyonun tek bir kimlikte, tek bir düşünce biçiminde tek tipleştirilmek istendiği bir sistem…

**

İşte tam da burada o, "vatandaşlık bağı ile Türk olmak" kavramı devreye giriyor. Sahi, duyguları olan, düşünen, yaşayan, nefes alan, üreten bir insanı bir kimlik kartına indirgemek mümkün mü? Bence aidiyet duygusu, "vatandaşlık bağı ile Türk olmak" kavramı ile sınırlandırılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir kavram ve aynı zamanda bireylerin ülkeye aidiyet hissetmelerini engelleyen kalın bir bariyer.

Ben sadece vatandaş olmak istiyorum; düşünen, üreten, konuşabilen, ortak bir paydada buluşabilen özgür bir insan olmak istiyorum.

Madem gündemimiz uzunca bir süre yeni anayasa olacak, o zaman bu yeni anayasanın bütün bu zincirlerden kurtulmasını da bir vatandaş olarak talep ediyorum. Üzerinde yaşayan herkesin kendini "ait" hissettiği, üzerinde olmayanların da “gıpta” ile nazar ettiği bir ülke olmak zor değil sanırım.

Bunun için de ön şart olarak "devletin, vatandaşına şüpheyle bakma huyundan vazgeçmesi" gerekiyor.

Zira bugüne kadar yaşadığımız PKK, FETÖ vb. bütün abukluklar devletin vatandaşına şüpheyle bakmasından ve bir hak arayışından mürekkep değil mi?

**

Peki dünyada “ideal”, özgürlükleri asla sınırlandırmayan bir anayasa örneği var mı?

Bana ne, bize ne?

Ben tek olayım, örnek olayım…

Elbette özgürlük-güvenlik dengesi gözetilecek. Elbette umumun refahı için bazı hâllerde sınırlamalar olacak ama bu ana dilde eğitimi, laiklik adı altında kılık kıyafet baskısını, kamusal alanda düşünceyi ifade etmeyi ve inanç özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde olmamalı.