Biri “barış” dediğinde akan suların durması gereken bir ülke burası. Bu kadar şehit cenazesi, yetim kalmış, öksüz büyümüş çocuk, yıkılan yuva, göç eden aile varken…

Bu acılı geçmişin, yurdum insanının tabiriyle “Barışın ihtimaline kurban!” dedirtmesi gerekiyor. Hem de olasılık hesaplarına girişmeden…  

Turgut Özal’dan bu yana 13 kez denemişiz. 13 kez “Silahlar sussun.”, “Kan akmasın.”, “Aramızdan terör çekilsin.”, “Kardeşlik olsun.”, “Memlekete bahar gelsin.” demişiz.

Hep yarım kalmış. Her birinin yarım kalma hikâyesi ayrı.

Bize onlardan ne kaldı? Hiç olmazsa barışı konuşurken, barışa yürürken öğrendiklerimiz kalmıştır. Bu kapıyı açmayı denemekten vazgeçmeme karakteri edinmişizdir. Kim bilir belki de bugün burada olmamızı, o yarım kalmışlara borçluyuz.

Ne diyorlar?

Bazılarımızın zihninde bir şablon olduğu anlaşılıyor. Adımların, onların tahmin ettiği aralıkta ve tempoda atılmasını bekliyorlar. Destek açıklamalarını da takvime bağlamışlar. Kim ne derse ikna olacağını belirlemişler. Söylenenleri ayıklayıp onları bulmaya çalışıyor, bulunca bir adım ilerliyor, bulamazsa duraklıyorlar.

Diyorlar ki; adı bile konulmadı. Öncekilere benzetilmemesi için konulmamış olabilir mi?  Adı konulsa eskilerden birine yapışıp kalma, ona benzetilme riski var. Oradan buraya olumsuzluklar, travmalar taşınabilir. Onu engellemek için olabilir mi?

Teker dönsün, istim arkadan gelsin, adı daha sonra konsun. Ne sakıncası var?

Diyorlar ki; Cumhurbaşkanı net konuşmuyor. Cevabı birlikte bulalım. 23 Ekim’de Mudanya’dan İmralı’ya bir koster gitti. İçinde Ömer Öcalan ve akrabaları vardı. 43 ay sonra yaptırılan bu görüşme, Cumhurbaşkanı’mızın, ‘yetki kullanmak yoluyla konuşması’ değil midir? Dil ile söylenen sözlerle tartacak olursak ağırlığı ne kadardır?

İlle bir söz duymak isteyenler, Cumhurbaşkanı’mızın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı özel programındaki ve 30 Ekim grup toplantısındaki konuşmalarına bakabilirler.   

 

Başlangıçlar böyledir

1 Ekim’den bu yana geçen bir ayın dökümü, başlangıçların nasıl olduğunu unuttuğumuzu gösteriyor. Yıllarca depoda kalmış, yüzlerce parçası olan dev bir lokomotifin çalışmaya başlamasını düşünün. Önce hiçbir girişime cevap vermeyecek, çalışmayacak gibi durur. Sonra parçaların yerlerine oturma sesleri, gürültüler, patırtılar, homurtular, tıslamalar duyulmaya başlar. Kapaklar açılır, kapanır, dumanlar çıkar. Kablolar gerilerek ısıyı iletmeye başlar. Bazı parçalar bir an tutukluk yapacak gibi dursalar da sonra hızla işlevlerini hatırlarlar. Geç harekete geçen parçanın, gecikmesi de normaldir. Arada küçük patlamalar duyulur. Gerinerek, titreyerek, iki tarafa sallanarak yavaş yavaş uyanır dev makine.

Şimdi işte bu aşamadayız. Adını, ‘başlangıç ikliminin normalleri’ koyabiliriz. 

Memleket kazanında kaynamak

Sürecin birbirine benzemeyen çok aktörü var. Onlardan bütün geçmişlerini silmelerini, dillerini tamamen barışa ayarlamalarını, senkronize yürümelerini istemek gerçekçi değil.

Çok söz var, olsun. Sözler şimdilik karmaşık görünüyor, olsun. İyimser olanların sözleri bile birbiriyle çelişir, çatışır gibi duruyor. Bence bunun da önemi yok.

Günün sonunda, o sözler memleket büyüklüğünde bir kazana dökülür, kıvam tutana kadar kaynatılır, tülbentlerden süzülür, memleket güneşinde kurutulur, el birliğiyle öğütülür ve soframıza gelir.

Tek tek iyimserliklerimiz sürecin yakıtı olamaz mı? Neden olmasın! Ben, “Pekâlâ olabilir.” diyenlerdenim.

Varsın, komplo teorilerinden ilk haberdar olan(!) ‘çok bilmiş abiler’, bizi naiflikle, çocuksulukla tanımlasınlar!