Amerika’da geçtiğimiz ay Cumhuriyetçilerin, başkan adayı olarak seçtiği Donald Trump’tan sonra geçtiğimiz hafta Demokratlar, başkan adayı ve başkan yardımcısı adayını seçti.

Tim Walz, Minnesota Valisi iken şu anki ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in, Demokrat Parti’nin “başkan yardımcısı adayı” olarak katıldı. Tim Walz, eski lise öğretmeni ve futbol koçu; Amerika donanmasında bulunduktan sonra siyasete girip valiliğe yükselmiş bir beyaz Amerikalı.

Kamala Harris ise Hindistan’dan göç etmiş Hintli bir anne ve Afrikalı bir babanın evladı olarak dünyaya gelmiş, boşanmış bir ailenin zorluklarla büyümüş, California’da ırkçılığa ve ötekileştirmeye maruz kalmış bir çocuk olarak hukuk eğitimini aldıktan sonra California Savcısı ve Senatörü olmuş bir siyasetçi.

Cumhuriyetçiler ise başkan adayı olarak tekrar Donald Trump ve başkan yardımcısı adayı olarak ‘Ohio’lu JD Vance’i seçerek daha belirgin bir tercih yapmış oldu. Bu adaylar zengin ailelerin beyaz çocukları olarak dünyaya gelip Amerika’nın, “beyazların ve Hristiyanların dünyası” olması gerektiğini, düşük vergilerle kalkınmanın sağlanacağını, tekrar muhafazakâr geleneklere dönüşün sağlanması gerektiğini, dünyada yaşanılan çalkantıların “demokrasi” ile değil “pazarlık usulü” ile çözülmesi gerektiğini ve de Amerikan askerlerinin bunun bir parçası olmaması gerektiğini savunup göçmenlerin ise Amerikan toplumunu tehdit eden, beyaz Amerikalıların işlerini elinden alan ve de sınır dışı edilmelerinin gerektiğini savunan görüşleri ileri sürer. Ayrıca Cumhuriyetçilere göre Hristiyanlık, Amerika’nın çekirdeği olup; Tanrı, bireyleri kadın ve erkek olarak yaratmıştır. Farklı bir cins olduğunu ileri sürmek Tanrı’ya hakarettir. Ceninin anne karnına düşmesi ile birey oluşmuş olup isteğe bağlı olarak “Kadının, karnındaki cenini aldırması günah olduğu için ayrıca suç olmalıdır.” demektedir.

Demokrat adaylar ise Amerika’nın bir ırka, bir bölgeye, bir dine ait olmadığını savunur. Onlara göre Amerika özgür bir “göçmenler ülkesi”dir. Geride kalmış insanları ayrıştırmadan, devletin kimsenin yatak odasını gözetlememesi gerektiğini, bireylerin kimi seveceğine ve vücudunda olacak operasyona kendi özgür iradeleriyle karar vermeleri gerektiğini savunur. Amerika’yı Amerika yapan; ortak fikir, tutku, eşitlik ve özgürlüklerdir. Bu eşitliğin sağlanması için gerekirse zenginlerden daha fazla vergi alınmalı ve geride kalmış, İngilizcesi yetersiz, cinsiyeti belirgin olmayan ya da renginden dolayı ayrıştırılan insanlar maddi ve manevi olarak desteklenmeli, herkese fırsat eşitliği tanınmalıdır. Barrack Obama’nın, “Başkan Yardımcım Amerika’nın 45. başkanı Joe Biden, İrlandalı bir beyaz; ben ise komik bir ismi olan, Amerika’nın 44. başkanı Barrack Hüseyin Obama’yım. Biz beraber çalıştık ve çok iyi dost olduk. Biz azınlık olmadık, biz çoğunlukla beraber Amerika’nın değerlerini, özgürlüğünü, cesaretini, nereden gelirse gelsin ırkına, kökenine, kimi sevdiğine bakmadan herkesin ‘Ben de yapabilirim!’ diyebileceği bir Amerika yarattık. Şimdi ise tabii ki korkutulacaksınız, ürkütüleceksiniz, az kişi ile yürütülmek isteneceksiniz. Ama gelecek kuşaklar bugün sizin tercihlerinize ve hangi tarafta durduğunuza göre sizi yargılayacak. Bu yüzden sızlanmadan idealleriniz için tarafınızı seçin.” ifadelerindeki vizyonun, kapsayıcılığın, toplumun tüm kesimlerine umut aşıladığını söylemeliyiz.

Türkiye’de ise siyaset ve son dönemlerde iktidar-muhalefet arasındaki normalleşme iklimi, yerini muhalefet mensuplarının hakaretlerine bırakmıştı. Ahmet Şık, Alpay Özalan dan sonra Tuncay Özkan, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı’na, Cumhurbaşkanı’na yönelik üslubu, seviyesizliği, hakareti; sadece şahsa değil, milletin iradesini temsil eden makama “ağır saldırı” olmuştur. Sözü olmayan, sadece hakaret eder. Türkiye’de, siyaset arenasında ne yazık ki idealleri, geleceği, umudu besleyecek cesareti, kararlılığı duymak mümkün değil artık. Milletvekilleri; Meclis’in kanun koyucu, kanunun uygulayıcısının da yargı olduğunu bilmeden, yargının yerine geçip cezayı Meclis’te infaz edebiliyor.

Bu yüzden ülkemizdeki Meclis tartışmalarına ilgi de ne yazık ki çok az. Meclis’te küfür, kavga, kıyamet koparken Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının nasıl infaz edileceğini, Yargıtay’ın kesin kararlarının etkisini konuşmadığımız için Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararları dikkatle bekleyen veya önemseyen kişi sayısı da azalmış durumda.

Bu girdaptan çıkmanın yolu ise milletimizin gelecek kuşaklarının, bugün tercihlerimize ve hangi tarafta durduğumuza göre bizleri yargılayacağına dair vereceğimiz öneme bakmamız ve de sızlanmadan ideallerimiz için tarafımızı seçmemizden geçiyor olabilir. Adaletin ve kalkınmanın tekrar önemli olduğu, kurul ve kurumların tekrar milletin hizmetkârı olduğu, dünyada her geri kalmış, kendisini geride hissetmiş, ayrıştırmaya maruz bırakılmış bireylerin, toplumların umut olarak görebileceği, özenilen ve özlenilen bir ülke olabiliriz.

HAKARET SUÇU VE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ İKİLEMİ

Mahalle kültürünün en keyifli dönemlerinin Türkiye’sinde büyümüş çocuklar, ‘argo’yu ve ‘küfür’ü çok bilmezler. Bizim neslimiz çok şaşırıyordur; sokakta, trafikte, parklarda duyduğu beş kelimenin ikisinin küfür oluşuna... Bir hukukçu olarak Türk Ceza Kanunu 125. maddesini; TCK’da yer alan hakaret suçlarının, ifade özgürlüğünün önünde engel olarak görürüm. Demokrasi, fikirlerin önünde engellerin olmadığı zamanlarda güçlenir. Hakaretin objektif yaklaşımlar üzerinden takdir edilmesi mümkün olmuyor. Kültürden kültüre değişkenlik gösteren, devamlı subjektif yorum yapılması gereken suçta hangi kelimenin suç olduğunu bilmek mümkün değildir. Hakaretin cezası uluslararası hukuk ve antlaşmalardaki gibi ceza hukukuyla değil, özel hukukla düzenlenmelidir.