Anlatmaya neresinden başlayacağımızı bilemediğimiz, ne kadar kaçsak da gelip bizi bulan bir hikâye. Aslında tek kişiye ait de değil. Birbirine fena hâlde benzeşen bir küme onlar. ‘A takımı’ olarak, bir yemek masasının etrafına toplanıp poz bile verdiler. 

İçlerinde en hızlı koşanlar Polatlar oldu. Özellikle başroldeki Dilan Polat, kendi hikayesini hem yazdı hem oynadı.

Durmaksızın gözümüze soktuğu tomar tomar paralar nereden gelip nereye gidiyordu? 

Ön tarafta absürt bir oyundan sahneler sergilenirken arka planda neler dönüyordu? Şova kendimizi kaptırdığımızdan olsa gerek; tam kavrayamadık.

Bir güzellik merkezi açmış. Göz açıp yumuncaya kadar 130 olmuş.

Geliri ‘bir’miş, milyona çıkmış. Takipçi sayısında geometrik artışlar olmuş.    

Açıkçası; hayatının rakamları alışık olduğumuz, telaffuz edebildiğimiz aralıklarda değildi.

Her an coşuyor, havaya saçtığı dolarlar yere düşmeden o, şekil değiştiriyordu.

Hiç yorulmadı. Şovunu hiç kesintiye uğratmadı. Nispet yapmalara, kıskandırmalara, meydan okumalara doyamadı.

Sosyal medyasıyla yaşadı. Hep gözümüzün önünde olmak istedi. Onunla gülelim, onu alkışlayalım, en çok onu konuşalım, hep onu takdir edelim, ona şaşıralım istedi.

Durmaksızın konuştu, anlattı, gösterdi. Başarılı, varlıklı ve görgülü olduğunu kabul ettirmek için yandı, tutuştu. Nasıl olup da edindiğini bilmediğimiz özgüvenini sonuna kadar kullandı.

Görgüsüzlüğünü zapt edemiyor, şımarıklığını durduramıyordu. Lüks arabalar, özel uçaklar, avro banknotlarıyla bigudi sarmalar… O, ele avuca sığmayan, bugüne kadar böylesini hiç görmediğimiz, tanımı satırlara sığmayan bir fenomen idi. Fenomen yani ‘tanımlanamayan cisim’.

Bizler koltuklarımızda otururken bile aklımıza takılan sorulardan yoruluyorduk. Bir insanın hayatı bu kadar kanatlı olabilir miydi? Her günü kutlama tadında geçer miydi? Hayatının her anı neşeli patlamalarla örülür müydü?

Bu taşkın teşhircilik nerede son bulacaktı? Duvara karşı gittiği hissedilen, modelden modele giren bu aracın nerede duracağı merak ediliyordu. 

Hikâye kırıldı bir yerde, şov durdu. Zaten kendi iradesiyle durduracağı yoktu.

Nedimelerinin çıktığı koluna polisler girdi. Mahkemeler ve hapishane hayatı başladı. Tozpembeler dağıldı, renkler donuklaştı, karanlık tonlar bastırdı.

Hikâyenin geri planındaki anahtar kelimeler konuşulmaya başlandı; ‘kara para aklama’, ‘usulsüz kazanılan paralar’, ‘yasa dışı kumar’, ‘uyuşturucu ticareti’, ‘evrakta sahtecilik’, ‘vergi kaçakçılığı’, ‘naylon fatura’…

Yine de ratingleri hiç düşmedi. Muhteşem seyirci kitlesi, öfkelense de merakını yenemiyor, takip etmekten kendini alıkoyamıyordu. Karmaşık duygularla da olsa hep izlendi. Cezaevi hâlleri, sinir krizi görüntüleri tıklanma rekorları kırdı. Belki de asıl gücü buradan geliyordu!

Seyircilerin çoğunluğu, “ha çıktılar, ha çıkacaklar” diyordu. Hislerinin kuvvetli olduğu anlaşıldı. Önce Dilan çıktı, sonra Engin. Şimdi tutuksuz yargılanıyorlar.

Gösteri dünyasının kuralı; ne pahasına olursa olsun, şovun devam etmesiydi. Kural yine değişmedi. Şov kaldığı yerden devam ediyor.

Bizim payımıza, kendimizi yoklamak, “Korkmalı mıyız?” diye sormak düştü.  

Belki de Turgut Uyar’ın dizeleri tam bugünler içindir;

“Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı, o kadar.”