Cumartesi günü Türkiye iki olaya kilitlenmişti. İlki Narin Güran cinayetinin Diyarbakır’da görülen davasının karar duruşması, diğeri de uzun zamandır beklenen DEM-İmralı görüşmesiydi. Toplum vicdanını derinden yaralayan Narin evladımızın duruşması nefesler tutularak takip edildiğinden DEM-İmralı görüşmesinin yeteri kadar ilgi göremeyeceğini düşünmüştüm ve öyle de oldu.

Görüşme bittiğinde ilk elden Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in bir açıklama yapması bekleniyordu ancak tam o sırada Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi, kararı açıklamak üzere duruşmaya ara vermişti ve artık dikkatlerin DEM-İmralı görüşmesine dönmesine imkân yoktu. Ve sonuçta mesajın arada kaynaması ihtimaline binaen açıklama; aynı güne değil, ertesi güne bırakıldı.

Abdullah Öcalan’ın mesajı, ekim ayından itibaren başlayan sürece son derece uygun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte “şartsız koşulsuz silah bırak” çağrısına olumlu yönde cevaplar içereceğine dair kuvvetli sinyaller veriyor.

Bu görüşmenin 11 yıl önceki süreçlerden farklı olduğunu belirtelim. Çözüm süreci, Oslo süreci, Dolmabahçe süreçlerinden sonra ortaya çıkan görüşme tutanakları ve mutabakat metinlerine şöyle bir bakıldığında, Türkiye’de kendilerini Türk milliyetçisi olarak nitelendiren kesimlerin asla kabul edemeyeceği “öz yönetim, yerel yönetimler, özerklik şartlarına atıflar” gibi pek çok detay tartışmaya bile açılmazdı. Bugünkü sürece bakıldığında süreci başlatanın, bu hassasiyetlerin en kuvvetle vücut bulduğu MHP ve onun lideri olduğunu ve sürecin; Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına, anayasanın ilk dört maddesine bağlılık ve katıksız, ön koşulsuz silah bırakma teklifi içerdiğini görürüz. Ayrıca belirtmek gerekir; her şeyden önce uzun zamandır tecrit uygulanan Öcalan’a yapılan ziyaret, Öcalan’ın teklifi veya talebi üzerine yapılmış bir ziyaret değildir. Yapılan ziyaretin amacı, Öcalan’ın mesajında belirttiği üzere Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın ve Sayın Devlet Bahçeli’nin şartsız, koşulsuz olarak örgütün silah bırakmasına yönelik yaptıkları çağrının iletilmesiydi. Öcalan’ın bahsettiği “Erdoğan ve Bahçeli’nin ortaya koyduğu paradigmaya hizmet etmeye hazırım” dediği paradigma şartsız, koşulsuz silah bırakılması paradigmasıdır. Bundan sonraki süreç ne olacağını konuşabiliriz; tabii ki müphem noktalar da vardır. Ancak aktörlerin aynı olması, süreçlerin birbirine tamamen benzediği veya benzeyeceği anlamına gelmiyor. Terör örgütü, çözüm sürecinde İmralı iradesine karşı çıkarak Suriye’de mazlum Aynularab liderliğinde, Amerika’nın gölgesi ve koruması altında bir özerklik yolunda en güçlü döneminde olduğunu düşünmüş; PYD’nin katettiği yolun silah bırakma sürecinden çok uzaklaştığını söylemişti ve Öcalan’ın çağrısına kulak tıkamıştı. Oysa bugün gelinen noktada, öncelikle PKK/PYD’nin hâkimiyeti altında Suriye’deki Kürt nüfusunun beklentileri farklı ve örgütle ortak noktaları her gün gittikçe zayıflıyor.

PKK gücünü kaybetti ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapmış olduğu askerî operasyonların sonunda tamamen etkisizleştirildi. Ülkemiz, savunma sanayisindeki gelişmelere bağlı olarak, insansız hava gücünü oluşturan SİHA ve İHA’larla sınır güvenliğini sağladı ve örgütün yurt içinde sınırı geçerek yapacağı bütün operasyonları bitirdi. Ve Esed sonrası dönem inşa edilirken tüm aktörler, Suriye’deki tüm kesimler; Şiiler, Kürtler kendi geleceklerine dair en doğru partnerle yürümek gerektiğini anlamış olmalılar. Özgür bir ülkede, tüm kaynaklardan eşit şekilde faydalanan bir yurttaş olarak yaşayabilmenin parçalanmış Suriye’de değil, üniter devletin korunduğu bir yapıda mümkün olabileceğini biliyorlar. Ve bunun için en son güvenecekleri şeyin emperyalist güçler olduğunun da farkına vardılar. PYD ve SDG unsurları uzun zamandan beri Amerika’nın hegemonyası altında süreci tamamlayacaklarını düşünürken yavaş yavaş gerçeği gördüler ya da görecekler. Mesajını iletirken Abdullah Öcalan’ın tüm bu olanları ve olacakları kavramış olduğunu düşünüyorum.

Ne tesadüf ki aynı gün Amerika Birleşik Devletleri’nin en karizmatik başkanlarından Jimmy Carter 100 yaşındayken öldü. Jimmy Carter gibi Amerikan dış politikasına tarihî stratejilerle yön veren Henry Kissinger da bir önceki sene, yine 100 yaşında ölmüştü. İkisinin ortak yanı 100 yaşında ölmelerinin ötesindeydi. Jimmy Carter “Palestine Peace Not Apartheid” adlı kitabı nedeniyle İsrail yanlısı grupların eleştirilerine hedef olmuş, İsrail’in Gazze’de ve Filistin’de yaptıklarını kabul edilemez bulmuş ancak daha sonra Yahudi toplumu ile arasında oluşan gerilimi bertaraf etmek için özür mahiyetinde bildiri yayınlamıştı. Henry Kissinger ise Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'den Fransa’nın eski devlet başkanı Mitterrand ve SSCB lideri Gorbaçov’un arasında bulunduğu pek çok dünya liderine danışmanlık yapmış; ABD Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa etmiş, yazdığı Dünya Düzeni ve Diplomasi kitaplarında Amerikan menfaatlerinin ebedî huzurunun nasıl bir akılla yürütüleceğini; Orta Doğu‘da Amerikan stratejisinin gerçek üzerine değil, o bölgenin tarihine bakılarak belirlenmesi gerektiğini söylemişti. Kısacası her ikisi de rasyonel aklın gerçeklere değil, toplumların tarihine bakılarak şekillendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Şu an Türkiye Cumhuriyeti devletinin ürettiği devlet aklı, tarihsel olarak bu coğrafyadaki tüm insan topluluklarının ortak kader birliğine dayanıyor. Ve Türkiye Cumhuriyeti olarak ortaya koyduğumuz devlet aklı Jimmy Carter’ı da Henry Kissinger’ı da mezarlarında ters döndürüyordur. Keza Orta Doğu’da oynanan oyunun satranç tahtasındaki şah mat hamlesi Türkiye’den geldi.