Aslında için yazdığım ilk yazıda "Beni hor görme!" demiştim.

“Aynı vardan var olduğumuzu…”, “Bir anadan dünyaya geldiğimizi…" vurgulayarak ırkçılığın patolojik bir hastalık olduğuna işaret etmiştim.

Yazımda, “Dünyanın yol olduğunu, üzerinde geçen zamanın kısalığını, yalanlığını, geçiciliğini vurgulayan nice sözler…
Her şeyin nüvesinin aynı olduğunu ifade eden metaforlar...

Çoğu zaman öylesine kulağa çalınıp giden mistik sözlerin satır aralarında, üzerine ciltler dolusu kitap yazılacak ince nüanslar...

Karbon, azot, fosfor, kükürt, hidrojen ve oksijen…

Tüm canlılar bu elementlerden ibaret... Kimi büyük, kimi küçük, kimi böcek, kimi insan…

Var olan her şey, aynı anadan-babadan olmaktan çok öte; aynı ham maddeden.” ifadeleriyle var olan her şeyin birbiriyle “alakalı” olduğunu yazmıştım.

Bugün de yine aynı yazıdan mülhem, “başıboş köpek sorunu” hakkında bir iki kelam etme ihtiyacı doğdu.

Son dönemde sıklıkla gruplar hâlinde dolaşan köpeklerin insanlara saldırdığını, bazı saldırıların da ölüme sebebiyet verdiğini, ölüm olmasa bile saldırıya uğrayanda fiziksel ve psikolojik olarak derin izler bıraktığını gördük, görüyoruz.

Bu çok büyük bir sorun ve bu soruna çözüm aranıyor olması da oldukça normal.

Konu TBMM'de görüşülecek ve muhtemelen de pek kimseyi tatmin etmeyecek bir kanun çıkacak.

İddiaya göre; sokak köpekleri ivedilikle toplanacak, kısırlaştırılacak ve bir süre sahiplenilmezse itlaf edilecek.

Öncelikle, bu sorunu birilerini suçlayarak çözemeyiz.

Mama lobisi, hayvanseverler vs. vs…

“Benden olmayan karşı çıkıyorsa doğru yoldayım." demek biraz doğru değil.

Bu konuda atılacak en önemli adım, sahipsiz hayvan sayısını tespit etmek olmalı.

Sahi, Türkiye'de kaç tane sahipsiz hayvan var?

2 milyon civarında bir rakama rastladım. Bakmayın 8-10 milyon dediklerine.

Basit bir matematik yapalım:

1-Türkiye'de yuvarlak hesap 2 milyon sahipsiz köpek var.

2- Belde belediyeleri dâhil ülkede yine yuvarlak hesap 1.000 belediye var.

3- Büyük boy bir köpek için "insani" şartlarda 10 metrekarelik bir alan yeterli olsa...

4- Her belediye kendi bünyesinden 20 bin metrekarelik bir alan ayırsa bu sorun çözülür mü? Ki bu alan yaklaşık üç futbol sahası büyüklüğüne denk geliyor.

Bir belediye, sınırları içerisinde üç futbol sahası büyüklüğünde bir alan ayıramıyorsa bunu ayrıca konuşalım.

Yapılması gerekenleri madde madde sayalım:

A) Belediyeler zaten barınak yapma zorunda

-Biz bugün itlaf gibi vahşi bir yöntemi konuşuyorsak belediyeler zorunlu oldukları bir hizmeti yerine getirmiyor demektir. Öncelikle bu mekanizma işletilmeli. Belediyeler iki ay içerisinde yukarıda bahsedilen özelliklerde barınaklar yapabilir. Yapmayan belediyeler olursa valilikler devreye girer, barınak yapılır; maliyet ise merkezî yönetim tarafından belediyeye gönderilen bütçeden düşülür. Ayrıca mama lobisine gittiği belirtilen yaklaşık 50 milyar liralık "gönüllü" kaynak da buralarda çok rahat kullanılır.

B- Kısırlaştırma

-Barınaklar hızla devreye alınınca kapasite sorunu ortadan kalkacak. Ve hızlı bir şekilde tedavi, rehabilitasyon ve kısırlaştırma süreci başlatılmalı. Kısırlaştırılmamış hayvan kesinlikle sahiplendirilmemeli.

C) Üretim çiftlikleri denetim altına alınmalı

-Bu çiftliklerde âdeta vahşet yaşanıyor. Fıtri olarak yılda iki kere doğum yapması gereken hayvanlar, doğumdan kısa bir süre sonra yavrularından koparılarak yeniden üremeye hazır hâle getiriliyor.

Büyük bir sektör var burada. Biz bu kaynağın önünü kesmezsek nesiller boyunca sokaktan hayvan toplamaya devam ederiz. Üretim kontrollü olmalı ve kesin bir sınır konulmalı. Sınırı aşan, çok şiddetli cezalandırılmalı.

D) Vergilendirme

-Hayvan satın alma veya sahiplenme şartları oldukça zorlaştırılmalı. "Kimlik eşleşmeli" ve "vergili" sahiplenme, emin olun sokağa salınma oranlarını bir anda kesecektir. Zira sokaklarda gördüğümüz cins cins köpekler bir zamanlar yavru ve çok tatlı iken "oyuncak" olarak alınmış, zamanla maliyeti ve kapladıkları alan büyüyünce sokağa terk edilmiş. Bu şekilde sahiplenecek veya satın alacaklar zaten bu yola hiç girmesin.

E) Sahiplendirme

-Sahiplenme ciddi bir sorumluluk. Neticede dilsiz bir canlının bakımını üstleniyorsunuz. Belirli ihtiyaçları var. Söz konusu köpekler olduğu için oradan gidelim. Köpekler; gezmeli, çiş-kaka için dışarı çıkarılmalı, oyun oynamalı.

-Barınaklarda, üretim çiftliklerinde veya "pet market"lerde (Ne kadar iğrenç, bir canlıyı market rafına koyuyorsunuz!) satış, sahiplendirme konusu kesin ve net bir şekilde standart uygulamalarla takip edilmeli.

-Her hayvana bir kimlik numarası verilmeli ve o kimlik numarası, sahiplenen kişinin T.C. Kimlik Numarası’na eşleştirilmeli.

-Ancak ve ancak ölüm durumunda, bu eşleşme son bulmalı.

-Bu yapıldıktan sonra hayvanın bakımı, aşıları, üremesi, kısırlaştırılması artık ne lazımsa sahibi tarafından üstlenilmeli.

-Hayvanın sağlık kontrolleri de düzenli şekilde yapılmalı.

-Yapılmadığı takdirde veya yapılsa da hayvanın ihmal edildiğinin tespiti hâlinde hayvan sahibi ağır cezalara maruz kalmalı.

ÖNCE SİSTEM KURULMALI!

Biz önce gerekli adımları hızlı bir şekilde atmalı ve süreci takip etmeliyiz.

Türkiye'de, çoğunun ne iş yaptığını bile bilmediğimiz 6 milyon kamu personeli var.

Bu sayıdan; güvenlik, sağlık, eğitim vs. vs. elzem kısımları düştüğümüzde "fazla" personel bu takip sisteminde değerlendirilebilir.

Önerdiğim çok çok mu Avrupai?

Hayır değil!

Bu öneri bize çok uygun. Hem sosyolojik hem dinî anlamda çok uygun.

Bu millet, tarihi boyunca hayvanları ile bir bütün olarak yaşadı.

Onlara kıymet verdi.

Dinimizce de "bir canlıyı sebepsiz yere öldürmek" günah değil mi?

İtlaf, herkesin içini ürperten bir insanlık ayıbı.

İnsan, yapısı itibarıyla çevresinde olan her şeyle alakadardır. Hayvanlar âlemiyle de alakadardır. Öyle olmalıdır.

İnsan, kendinden başkasını düşünmeyecek kadar bencil olmamalıdır.

Bu dünya, içinde var olan her şeyi ile güzel ve anlamlı.

Sırf kendimizi korumak adına vahşi yöntemlere başvuracaksak kurtulmaya çalıştığımız köpekten ayıran bir özellik de kalmaz.

Ne insani ne de İslami bir uygulama olan itlaf, ancak tüm çareler tükendiğinde gündeme gelmeli.

***

“Kuş evleri”

Buraya konuyla alakalı eski bir yazımı da eklemek istedim. 03.05.2021'de Diriliş Postası için kaleme aldığım yazıda, insanın diğer canlılara gösterdiği merhametin çok ince bir göstergesi olan “kuş evleri”nden bahsetmiştim.

Kuş evleri, “eşref-i mahlukat” olan insanın, merhamet duygusunun zirvesi belki de. Kendinden başka, kendi türünden başka canlıların da “yaşadığının” farkında olmak da denilebilir.

Sahi, farkında olmak nedir?

Sözlük anlamı, “gözünden kaçırmamak”, “sezmek” deniliyor.

Sadece bunlarla sınırlandırılabilir mi?

Görmek, hissetmek, hayret makamına çıkmak ve nihayet anlam vermek, duyarlı olmak, bu kadar basit anlatılmamalı…

Farkında mısınız?

Fark etmek için kaç merhaleden geçmek gerekiyor?

MİMARİYİ BİLE ETKİLEDİ

Medeniyetin zirvesi olarak adlandırsak abartmış olmayız. Öyle ya, insan dışı varlıklara da “can” nazarıyla bakıp onlar için de “yer” açmak, gördüğü her boş alanı beton yığınları ile dolduran bugünün insanı için kolay anlaşılabilir bir durum değil.

Selçuklu’da başlayan gelenek öyle içselleştirilmiş ki bu durum, koca bir coğrafyanın mimarisini bile etkilemiş. Evet, “kuş evleri” konumuz.

Konaklar, saraylar, imarethaneler, camiler, minareler, medreseler… eskiye dair hangi yapıya dikkat kesilseniz göreceğiniz ince bir işçilik.

“Kuş köşkü, “kuş sarayı”, “serçe sarayı” ve “güvercinlik” şeklinde isimleri bile var. Ahşap, taş ve tuğladan işlenerek inşa edilen kuş evlerinin rüzgâr almamasına, güneşten ve yağmurdan korunmasına dikkat edildiği görülüyor. İstanbul’da Tarihî Yarımada’da bu güzel inceliğin örneklerini görmek mümkün.

PAYLAŞMAK; NEYİ, KİMİNLE?

Paylaşmak güzeldir. Özellikle Ramazan ikliminin yaşandığı şu günlerde yokluk çekenlerin hâlinden anlamak, onlara yardımı özendirmek maksatlı gündeme gelen, Ramazan dışında pek hatırlanmayan bir uygulama.

Oysa İnsan, infak etmek, sadaka vermek gibi güzel kavramların, zekât gibi paylaşımı mecbur kılan farz ibadetlerin de muhatabı. “Paylaşım”ı da genelde yediği lokmadan, kazandığı paradan “bir miktar vermek” olarak algılıyoruz.

Oysa insan hayattaki her şeyle alakadardır. “Kürre-i arz”daki bütün canlılar “eşref-i mahlukat” olan insanla alakadardır.

Dolayısıyla paylaşmayı, hayat sahibi olan her şeyle paylaşmak olarak genişletsek yanlış olmaz.

Çağın, “Daha fazla ve daha büyük olsun!” mümkünse “Hepsi benim olsun!” anlayışını kırmak için küçük yaşlarda paylaşmanın, yardımlaşmanın, kendinden başkasına, başka türlere saygı duymanın önemini anlatmak gerekiyor. Bugün tarihe değil geleceğe odaklanacağız.

Gözünü beton yığınlarının içinde açan minik dimağların ufkunun nasıl genişlediğine, belki de medeniyet inşa etmeye namzet olanların, işe nereden başlaması gerektiğine parmak basacağız.

Evet, kuş evleri. Medeniyet inşası iddiasında olanlar, işe kuş evlerinden başlamalı.