Dergâhın bahçesinde bıyıkları yeni terlemiş bir kaç derviş, birbirlerinin başındaki çeperi henüz sararmamış kar beyazı takkelere bakıp ne kadar büyük bir kapıya geldiklerinden bahsederek böylesi bir kapıdan nasiplenmenin ihtimal hesabını üzerinden seçilmişliklerine hamdüsenalar ediyormuş.

Yanda bir ağaç altında çeperi benzi kadar sarı takkeli yaşlıca bir derviş, kulak vermiş gençleri sessizce dinliyor, belki sözün bağlanacağı noktayı gözlüyormuş. Fakat gençlerin kapı edebiyatı bitecek gibi değil. Dayanamamış, kendisiyle konuşur gibi yüksekçe bir sesle “Hee gardaş hee.” demiş. “Mübarekler, senin benim gibi serserileri bu kapıya koymuş ki ümmet-i Muhammed’e zarar gelmeye!”

Bu dündü.

Bugün ise başkasının nasipsizliğinden itibar devşiren toy dervişlerin nefs okşamaları, bilgisayar ve telefon ekranlarının 4K nispetindeki renk çeşitliliği ile yarışarak siber alanda yayıldıkça yayılıyor. Gençler hadi neyse gençler işte, toy tepinmeler yakışır onlara.

Amma velakin gel gör ki nice mürekkep yalayıp dirsek çürütmüş, çeperi en sarı takkelimiz bile bu siber alana siperlenince bir hâller oluyor ya mottozen olup aforizman bir toplum yaratma sevdasına ya da edebi erkânı bir kenara koyup birbirlerine düşüyor.

Canları sağ olsun. Bilgisayar ve telefon ekranlarımız sarıklı sarıksız, cübbeli cübbesiz, küpeli küpesiz, görgülü görgüsüz ehl-i ilim ve irfan babaları sayesinde kocalarının erkekliği üzerinden nispet dalaşına giren kadınların şenlendirdiği kenar mahalle sokaklarına döndü.

Gerçekten canları sağ olsun, samimiyetle söylüyorum ama bıraksınlar da onlara bakıp imrenerek canlarını biz sağ edelim, övülmeleri gerekiyorsa biz övelim, onlar 1400 yılı bir fiskeyle devirecek, çoğunun mezarı bile kaybolmuş fakat adı hâlâ dipdiri adamlara haddini bildirecek kadar mahir figürlerle kabirler üzerinde spin atıp vals yaparak alkış beklemesinler bizden!

Beytü’l Hikme duvarına tabela çakılacak bir yapı değildir babalar!

Tabelanızı sökün, yaftanızı atın, safranızı üstümüze değil sarı saman kağıtlara dökün!

Lütfen!

Ve sıçrayıp çıkın şu siber kör kuyulardan! Gerekirse bir mağaraya kapanın, yazılarınızı duvarlara yazın, kaleminizi kırdılarsa tırnaklarınızla kazın kelimelerinizi de hadlerini bildirecek Molla Kasımlar bekleyen sizden öncekiler gibi canınız hep sağ olsun!

Kitaba sırtınızı dönüp oturduğunuz perdeleri kapatılmış odalarınızdan, travmalarınızın, ezikliklerinizin, doymak bilmez itibar obezliğinizin gölgeleri yansıyor ekranlarımızın duvarlarına, görmüyor musunuz?

Yunan’ı görüp ne çabuk unuttunuz Ken’an’ı? Bir kafelik süte mi sattınız balınızı, ne oldu size, Benjamin Button mı kesildiniz başımıza?

Yunan bile it dalaşından vazgeçti yahu, siz de bırakın, birbirinizin kusmuğunu yutup yutup yalanmayın, nefsinizi uyutup asırları yutun da itiniz suskunluğunuza bekçi olsun, Kıtmiriniz ben olayım, bir susun Allah aşkına!

Kişi umduğuna küsermiş, umudumuz tükendi, biz de dellendik!

Hele hiç ummadığımız bir dost, “Çapsız yöneticiler çağı. Bir anlamda kaht-ı rical.” deyince şirazemiz kayıverdi. Ortalık yerlerde, başkasının lafına laf üşürmek pek âdetim değildir, belki selam kabilinden bir çıkıntılık yaparım sevdiklerime ama bu sözü görünce doğrudan çıkıntılık ettim selamsız.

“İçimizden birileri…” deyiverdim.

“Tanır mısın?” diye sordu.

“Kendim kadar.” dedim.

Yönetimde Kaht-ı Rical yani adam kıtlığı, öyle mi? Bu bir tespit olabilir evet ama asıl soruya muhtaç:

“Peki biz adam mıyız?”