Bu kaçıncı merhaba, sayısını unuttum. 12 Eylül Darbesi'nden hemen sonra 1981'de başladığım gazetecilik macerası nerede, hangi yazı platformlarında merhabalar ve elvedalar ile kırık çizgiler oluşturdu hatırlamıyorum. Fakat zor zamanlardan geçtik, darbeler, asparagaslar, hortumlamalar, promosyonlar, hükûmet devirmeler, kabine oluşturmalar, holding adına bakan atamalar, apoletli çürümeler, sürünmeler, yırtınmalar, sonu ölümlerle biten haysiyet cellatlıkları...

İçiniz karardı değil mi?

Kararsın! Merhum Aliya İzzetbegoviç'in tabiriyle “Unutulan zulüm tekrarlanır.”. O zulmeti yaşadık. İnsanın, Yaradan'a sığınmaktan başka çare bulamayacağı en yoğun karanlığın içinden geçtik.

Ve fakat hiç biri, şu yaşadığımız günlerin açık ihanet derekesine inmemişti!

Her yaşadığımızı nihayet zannettik, bidayetmiş hâlbuki. O zulmetin nihayeti ihanetmiş, ihaneti de gördük.

Sevgili Merve Şebnem Oruç, son bir merhaba için aradığında Yunus Emre hazretlerinin Eskişehir yakınlarındaki türbesinden henüz çıkmıştım. Arabamdaki sistemde ağabeyim, rehberim, göz ve gönül ışığım Ahmet Özhan’ın sesinden Cenab-ı Yunus şöyle diyordu:

“Yunus, senin gözlerinde çok hâl var

Önünde, uğrayıp geçecek yol var

Gece gündüz durma, Mevla’ya yalvar

Ağlatırsa Mevla’m, yine güldürür”

O ses ve sözün sardığı mekân ve zamanda nasıl bir hâlet içre olduğumu tahmin edebilirsiniz. Merve, ne söylediyse tamam dedim, tereddütsüz. Çünkü her şey dile gelmiş Yunusça uyarıyordu.

Gazze’den Türkistan’a, Afrika’dan Asya’ya yaşanılan hâller önümüzde istemesek de uğrayacağımız ve geçmek zorunda olduğumuz, gece gündüz durmamamız ve Mevla’ya yalvarmadan geçemeyeceğimiz zorlu yollar açıyordu.

Zulmet demiştim değil mi? Bugün olanların yanında, dünün karanlığı alaca bile değilmiş meğer!

Zulmün en beteri dışarda değil içeride, karanlığın en koyusu kalıpta değil kalpte, aşağının en aşağısı yerde değil serde imiş meğer!

Onun adı ihanet işte! Gerçek zulüm her gün yüzlerce, binlerce, çocuk, kadın, yaşlı, genç öldürmek değil, o ölümlere kör kalmanın nankörlüğü imiş.

Uğradığımız şu yolda, sımsıkı yumulmuş kör olası nankör gözlerin önünde, insanlık tarihinin en aşağılık, en ahlaksız soykırımını işleyen İsrail’in, onu elinde oynatan gerçek katil ABD’nin ve en büyük sömürge bölgesi olan Avrupa’nın ne yaptığının ve ne yapmadığının bahanelik hiç bir değeri yok!

Biz ne yapıyoruz? Yol bizim, geçmek zorunda olan biziz! Ve biz, alçakça bir ihanet içinde isek şayet, evvel halletmemiz gereken o meseledir. Nefsimizden başlayarak sorgulamak, hesaba çekmek ve gereğini de yapmak zorunda olduğumuz en çetin mesele, ihanete geçit veren gedikleri kapatmak olmalıdır.

Köpeksiz köyde değneksiz dolaşan ve giderek azgınlaşan, yakmalar, yıkmalar, kan dökmelere varan ihanetin ipliğini pazardan başlayarak sökmek, babamızın oğlu bile olsa bu ihanete su taşıyanların tepesine çökmek, denetim ve yaptırım kavramlarının işlerliğini sağlamak, sağlattırmak zorundayız.

Gazete, dergi, radyo, televizyon ve yeni medyalarda geçirilmiş 43 yıllık meslek hayatımın yarıdan çoğu, çalıştığım sahanın etik pürüzlerden temizlenmesini sağlamaya çalışmak, kapımın önünü süpürmekle geçti.

Yine öyle olacak; çünkü bendenize düşen bu, işe kendimden başlamalıyım.

Bu yeni değil, belki son bir “merhaba”, belki bir anlamda “elveda” benim için. Yarım asrı görür müyüm bilmem ama ihaneti gördüm, alkışın hiçbir önemi kalmadı, o yüzden “tamam" dedim telefonda ne söylendiyse. Yeniden kabrine döndüm Derviş Yunus’un, “destur yahu!” dedim.