Birkaç gündür medyadan izlediğimiz Gelişmiş/Group (G) 7 ülkelerinin (Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, ABD, Japonya, İngiltere) tanımına bakıldığında söz konusu ülkelerin, endüstrisi gelişmiş zengin ülkeler olarak tanımlandığını görürüz. Aslında gelişmiş olarak addedilse de bu ülkelerden bazılarının söz gelimi İtalya’nın korona döneminde nasıl çaresiz kaldıklarını hepimiz hatırlarız.  Diğer bir deyişle, G7 ülkelerinin sadece endüstrisi gelişmiş zenginler kulübü olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Bu ülkelerin arasında tutkal vazifesini gören en önemli faktörlerden birisi, ABD’nin yörüngesinden çıkmayacakları garanti olan G7 ülkelerinin askerî güvenliklerini ABD’ye ihale etmiş olmalarıdır. Bu durum, Ukrayna Savaşı’ndan sonra daha da pekişmiştir. Gazze dramı ile birlikte ise Fransa ve Almanya başta olmak üzere tüm G7 ülkelerinin İsrail’in cinayetleri karşısında nasıl Washington eksenli davrandıkları hepimizin malumudur. Türkiye’ye gelince Ankara, cumhuriyetin ilanından itibaren hatta Osmanlı’nın Tanzimat döneminden beri uluslararası toplumun güvenilir bir üyesi olmak için önemli adımlar atmıştır. Ancak Türkiye ne kadar çabalarsa çabalasın uluslararası toplumun patronu ülke ABD ile sürekli çıkar çatışması yaşamıştır. Hatta günümüzde PKK/YPG kılığına girmiş bir süper güçle Ankara savaşmaktadır.

Kopenhag okulunun önemli temsilcisi uluslararası ilişkiler profesörü Barry Buzan, uluslararası toplumu bir metafor ile açıklar. Buzan’a göre uluslararası toplumun üyesi ülkeler çıtır çıtır yanan bir şöminenin başında ellerinde içki kadehleriyle sosyalleşen insanlara benzer. Ancak bu sıcacık şömineli odanın duvarları camdandır ve dışarıda kar yağarken titreyenler ki bunlar uluslararası toplumun dışında olanlardır (mesela haydut devletler listesinde olan ülkeler; Kuzey Kore, İran, Suriye vb.) ve içeri alınmazlar ancak bu ülkeler ellerine aldıkları taş ile o sıcacık odanın camlarını her an aşağıya indirebilirler. İşte derslerde sıklıkla sorduğum soru, Türkiye ile ilgili olan sorudur. Türkiye, bu sıcacık odada elinde kadeh ile diğerleriyle sosyalleşen bir ülke midir? Yoksa dışarıda buz gibi havada titreşen ve içeriyi seyreden bir ülke midir? Ya da odanın kapısını çalıp içeriye alınmayı sabırla bekleyen bir aktör müdür?

Bu sorunun cevabı kuşkusuz tartışmaya çok açıktır. Ancak şu bir gerçektir ki son zamanlarda ABD’nin patronluğunda status quo’nun devam edebilmesi için ve  çatlak içindeki camdan odanın duvarlarının tümüyle aşağıya inmemesi için Türkiye’ye büyük ihtiyaç vardır. Çünkü Ankara hem Ukrayna Savaşı’nın hem de Gazze felaketinin başından beri mazlumun yanında yer alma konusundan ve uluslararası hukuka saygıdan ödün vermeyen politikalarıyla öne çıkmıştır. Ukrayna Savaşı boyunca tahıl koridorunu açık tutmayı başaran, Erdoğan’ın idaresindeki Türkiye’nin; İsrail’in cinayetlerine karşı dik duruşunu attığı somut adımlar ile pekiştirmesinin de bugün Erdoğan’ın Zirve’de dinlenmesinde büyük rolü vardır. Sözün özü, Türkiye kendi kendine yetebilen (self help) bir ülke konumunda adımlar attıkça eksen dışı olarak tanımlanmasının artık bir değeri kalmamaktadır. Diğer bir deyişle, camdan odanın duvarlarının çok sağlam olmadığını gören Türkiye, elbette revizyonist değildir ve sosyalleşen ülkelerin arasında yer almaya devam edecektir. Ancak bunu, İsrail’e yaptırım uygulayarak veya Rusya’ya SİHA satmayarak, diğer bir deyişle de mazlumun yanında yer alarak yapmaya devam edecektir.