Halil Cibran’ın en sevdiğim sözüdür, der ki “Toprağın neresini kazarsan kaz, bir define bulacaksın; ancak bir çiftçinin inancıyla kazmalısın.”

Bugünkü yazımı, ülkemizin her yerinde olduğu gibi; çarpık, plansız kentleşmeden olumsuz etkilenen nehirlerden biri olan ve memleketim Ağrı’nın içinden geçen Murat Nehri’ne ayırmak istedim. Nehir boylarında yapılaşmaya izin verilmesiyle oluşan manzara, o kazmaları vuranların bir çiftçinin inancıyla vurmadığının en iyi örneği belki...

Şimdi adını binlerce çocuğa veren nehrin adaşı köprüde durdum… Çocukluk anılarımın şahidi, oyunlarımızın ortağı neredeyse kurumuş, yatağında sessiz… Yatağında kalan birkaç damla, bizden alınan bayramın coşkusu gibi. Yaza denk gelen bayramlarda yüzdüğümüz, balık tuttuğumuz, kışın ise donduğunda buz pistine dönen nehir; eskiden üzerinde kayan bizlerin, yanakları pespembe olanların şimdi bayramlardaki hüznünü anlatmaya yeterli sanırım.

Ne çok anım var bu nehirle…

Ülkemizin onlarca şehrini ve Avrupa’ya gidenler bilir bu şehirlerin ortasından geçen nehirlerin kattığı güzellikleri…

Nehirler tabiatın insanoğluna sunduğu en güzel ikram, üzerinden geçtikleri şehirlerin ve ülkelerin tarihine ayna, toplumun kaderine eşlik edendir.

İçinden nehir geçen şehirler taze kalmayı başarır. Akıp giden zamana rağmen insanlar, kentler yenilenirken orda duran bir nehir hep vardır.

Paris’i Seine Nehri,

Roma’yı Tiber Nehri,

Londra’yı Thames,

Şanlıurfa’yı Fırat, Amasya’yı Yeşilırmak, Adana’yı Seyhan’ın taze tuttuğu gibi…

Bizim Murat’ın yazgısı; şehre nefes olduktan, denize doğru koşusunu tamamlamadan kurumak, çölde kaybolmak gibi şimdi. Nehirlerin kurumaya yüz tutması, annenin kollarından çocuklarını almak gibi. Nehirlerin anılarda yitip kaybolması başlı başına şiirsel bir hüzün… 

Çocukluğumun hüzünlerini de çok seviyorum. Eğer neşe ile hüzün arasında bir tercih yapmak durumunda olsaydım kalbimdeki hüzünleri dünyanın tüm neşesine değişmezdim; tıpkı Murat Nehri’nde geçen zamanlarda yaşadığım hikâyelerde olduğu gibi…

Benim çocukluğumda Ağrı’nın bayramlarında çocuklar için birinci gün, öğlene kadar olurdu çünkü bütün mahalle çocuklara sadece birinci gün şeker verirdi. Birinci gün, en geç öğleden sonra biten şeker toplama mevzusunu halleder, doldurduğumuz şeker torbalarımızla nehre gider, kendi yaptığımız oltalarımızla balık tutardık. İptidai şartlarda hazırladığımız olta, uzun bir sopa misina ve ucuna taktığımız bir iğne ile birkaç solucan yetiyordu. Bu bayramlardan bir gün kuzenim Mehmet, hatırladığım kadarıyla oltanın iğnesini dişiyle düzeltirken diğer kuzenim farkında olmadan sopayı çekmiş ve tırtıklı iğne Mehmet’in dudağına saplanmıştı. İğneyi her çekişimizde Mehmet’in dudağından kan ve gözlerinden yaş geliyordu. Onlar ağlarken ben sopayı alıp yola koyulmayı teklif etmiştim. Kuzen önde, ben sopayla arkada yürüyerek; balık yerine kuzenini tutmuş gibi eve varmıştık. Amcalarımın doktora götüreceklerini söyleyerek sopayı elimden alıp kuzeni getirdiğim gibi yola koyulmaları, “Hadi bunlar çocuk ya siz?” diyerek yıllardır anlatılır. Allah’tan bizim ailenin kadınları biraz daha pratik oldukları için annem, “Ömer dur, çubuğu keselim; çocuğu öyle götür” demeseydi kuzenim ömrünün en acı yürüyüşünü yapmış olacaktı...

Nehirlerimizi konut ihtiyacından, su ihtiyacından kaynaklanan sebeplerle koruyamadık. Nehirleri korumaya çalışan ve bazen de eleştirilen çevreci akımlar doğanın ihtiyacı olan suyu da koruyalım diyorlardı, kulak vermedik. Toprağın nemli kalması için yabani bitkilerin ihtiyacı olan suyun önünü kestik, suyu borularla şehirlere taşıdık.

Bu memleketin çilekeş kadınları bir zamanlar çamaşırlarını yıkamaya götürdükleri nehrin sularıyla şimdi evlerindeki musluklarla çamaşır ve bulaşık makinalarını akıtıyorlar. Biz çocuklar nehir kenarında oynarken onlar çamaşır yıkar, piknik yapar, evlerine dönerlerdi. Bizim için de büyük bir keyif olurdu bu; o sırada oyunlarımızı oynar, yemeğimizi yerdik.

Bir gün annemler beni Murat Nehri’ne, yanılmıyorsam çamaşırları yıkamaya götürdüklerinde dört-beş yaşındaymışım. Olay anını hatırlamıyorum. O gün büyük ablam bir bakıyor, benim elbisem suya kapılmış gidiyor; o koşup elbisemi alırken bir bakıyor ki bu elbisenin içinde ben…